Alper ve Zühâl’i tanımak hayatımdaki en güzel olaylardan biri oldu.
İkisi de çok güzel insanlardı.
Bazen anlaşılmaları zordu.
Konuşuyordular, ama bazen söylemiyor gibiydiler.
Gülistan’daki güller, Bostan’daki meyveler hâlâ anlamadıklarımdan.
Sonra bazı Mektuplardan bahisler geliyordu akıllarına.
Makâleler de varmış okudukları arasında.
Kuşların Meclisindeki konuşmalar…
Gizli-saklı bir şey değildi aslında.
Sadece aralarında biz özel dil gelişmişti.
Ve kendilerine has bir dünyaları vardı.
Sanki nereye giderse gitsin, kabuğunu yuva yapan kaplumbağa gibiydiler.
O nedenle bazen, konuşurken onları anlama sıkıntım oluyordu.
Konuşurken, dilden öte bir şeyle konuşuyorlardı.
Arada bir Neşet Ertaş’tan bir Türkü dinlerlermiş: “Gönül Dağı.”
Birbirlerinin gözlerine bakışları ve o özel dile akışları vardı.
Ne derslerse desinler, sanki sadece ikisi varmış bir havada diyorlardı.
Umursamaz tavırları edepsizlikten değildi.
Ben yokmuşum gibi davranıyorlardı.
Ya da belki onlar yoktu, ben vardım.
Sorduğum bazı soruları “hiç” deyip geçiştirdikleri de oldu.
Kendi dünyalarında kendilerine yeter havaları vardı.
Üniversiteden beri beraberdiler.
Önce, “site” anladım, Alper deyince.
O arada, Zühâl, “belâ”dan beri tanışıyoruz dedi, Alper’e bakarak.
Bir Mecliste “belâ” vakası olmuşmuş.
Alper de bela birine benzemiyordu…
Alper âlemlere akan biri; Doğu Türkistan’dan, Adriyatik’e kadar.
Zühâl, halinden her halde mutluydu.
Zühâl ile Alper bir yol kenarı Neyhanede tanışmışlardı.
“Gözlerin gözlerimde, sen yudum yudum!” demişti dinlerken.
Ve üflenen nefes nasılsa sarmışta ikisini.
Dokuz boğum, bir nefes olmuşlardı.
“Nefs” deyince ayyuka çıkmıyordu sesleri.
Barışıktılar enfes olanla.
“Bu nefs” enfes bir şey diyordu bazen Alper, gülerek.
Altı tane saymıştı ondan.
Nefslerinde, nefeslerinde teneffüs ettikleri bir güzellik vardı.
Nefeslerinde birbirine karışan bir ruh vardı.
Ve yola öyle çıkmışlardı.
Yolcuydular.
“Her yol bir yoldu diyordu,” Zühâl.
Aslında yolculuk da öyleymiş.
Yol hikâyeleri çoktu ikisinin de.
Biri anlatırken, diğeri dinliyor.
Bazen soru soruyor, cevaplıyorlardı.
Bazen birinin sorusuna diğeri soruyla cevap veriyordu.
Bazen sesleri kısılıyordu, birbirine bakarken.
Sonra tamamen kesiliyordu sesleri.
Sonra gözleriyle anlaşıyor gibiydiler.
Duymuyordum.
Bazen aynı şeyi aynı zamanda söyledikleri oluyordu.
“Şartlı tahliye”den bahsetti bir ara Alper.
Ama kriminal bir tipe de benzemiyordu.
“Volta atıyoruz işte!” diyordu.
Sonra “hasret” diyordu.
Anlamıyordum, Zühâl yanındaydı.
Ama Zühâl anlar bir edayla kafasını sallıyordu.
Bir arada kalıyorlardı.
Arada ziyaretlerine Leylâ gelirmiş.
Onun geldiği her zaman, Elif de olurmuş.
Söylediklerin anladığım kadarıyla Alper, Vehbi’yi pek sevmiyor.
Arada bunu söylerken, Zühâl’in “boş ver!” bakışı devreye giriyordu.
Zühâl, o arada çantasından ayna çıkarıyordu.
Bazen bir şair gibi, vezinli konuşmayı seviyordu.
Alper, onu dinlerken, susuyordu…
Anlattıkları zihin sinemasında bir surete bürünüyor gibiydi.
Bazen ona sorular soruyordu, Alper.
Beni de yolculuğa katan işte bu konuşmaları oldu.
Yolculuk böyle başladı.
İlk hatırladığım konuşmalara gelince:
_Zühâl, insan tarih öncesinde akıllı mıydı?
_Tarih gibi bir yalanı akıldan başka ne yazar ki?
Tarih geçmişi değil, geleceği yazar.
Cehûla insan, cahil beşer vardır.
_Kim'ler bizi mimler, Alper?
_Yavuz hırsız ev sahibini bastırır, gülüm, aldırma!
Evi temizlemek lazım.
Demlenmek lazım.
_Bu hal ne haldir, Alper?
Zühâl'dir, Zühâl'im, Zühâl'dir.
(Yolculuk devam edecek.)