Firavun, dünyanın başkentini karanlıklara boğduysa,
Sina Dağı'nda yanan ateş insanlığı aydınlatacak! Sezai KARAKOÇ
1995 senesinde bulunduğum Kahire’ye olan hassasiyetlerimden ilki, o toprakların ekmeğini yiyip, suyunu içmiş, dilini, kültürünü, tarihini öğrenmiş birisi olarak, ikincisi “Ahd’e vefası olmayanın, Abd’e vefası olmaz” anlayışının gereği, üçüncüsü de müminlerin kardeş olduğu söyleminin enkazı altında kalmış bir insan (!) olarak, kaleme aldığım bu satırlar, bir karınca misali, damlacık kabul edilir Rabbim katında inşaAllah. Bıraktığımda mezarlıklarda ve Nil nehri kıyılarında tekne ve kayıklarda yaşama savaşı veren Mısır halkına, bunun üstüne bir de özgürlük savaşı verdiriliyor. Böyle bir medeniyet beşiğine sahip halka, reva mı bunlar?
“Allah, bir topluluğa niyetlerinin doğruluğuna göre amel eder.” dediğinde Hz. Ömer (r.a.) Mısır’ı, İslam topraklarına yeni katmıştı.
Günümüz dünyasının en popüler (!) sav’ı: Demokrasi. Aslında ne Türk toplumu için ne de bütün İslam uygarlığı için yeni bir kavram değil. Bilakis bu bizim kültürümüz…
Demokrasi kültürüne Hülafeyi Raşidyn (dört halife) döneminden beri uzak tutulan Mısır, “asr-ı saadet“in devamı olarak aslına rücu ediyor biiznillah… İleri demokrasi sahteciliğiyle, kendine yer bulmaya çalışan fitne gruplarını yerle yeksan eden milyonlar, sulh edası ve şehadet nidasıyla, , tek millet olmuş kafiri rezil rüsva ettiler… Zira demokraSİSİ’nin bumerangı kendini vurdu… İlahi adalet.
Tarih sahnesinde olmazların olduğu Sina çöllerinde tarihe düşülen notlar, bugünlerde de Adeviye’de tekrar yazılıyor…
Ne zaman bizim sözüm ona aydınlarımız “ileri demokrasi” diyerek konuşmaya başlasalar benim aklıma büyük İslam uygarlığının o dönemleri gelir. Ve bu ümmetin şimdilerde o döneme, o uygarlığa, o halkçı demokrasi ve hoşgörü anlayışına ne kadar uzak oldukları.. O İslam uygarlığı ki; halifeler seçimle işbaşına gelirler; devlet başkanı olarak Müslümanların toplanma yeri olan camide her cuma Müslümanlara devlet işleriyle ilgili hesap verirlerdi. İşte o günün demokrasi anlayışını çarpıcı bir şekilde yansıtan ibret verici bir olay:
Zaferlerden elde edilen ganimetlerin kardeşçe paylaşıldığı o dönemde, başşehre gönderilen kumaşlar da herkes arasında eşit bir şekilde taksim edilirdi. Müslümanlar bu kumaşlardan kendilerine elbise dikerek camiye devlet başkanları olan halifeyi dinlemeye gittikleri cumalardan bir cuma, Hz. Ömer söze başlar başlamaz Müslümanlardan biri hemen ayağa kalkar ve '-Ya Ömer' der, '-Sen bir hırsızsın, senin söyleyeceğini Müslümanlar dinleyemez' der. Düşünün bir kere; nasıl bir düşünce özgürlüğü ortamı sağlanmış ki herhangi bir vatandaş, devlet başkanına (üstelik halife) kalkıyor ve ona doğrudan hiçbir izah da yapmaksızın “Sen bir hırsızsın” diyebiliyor. Peki Hz. Ömer ne yapıyor? Söyleyenin kellesini mi uçuruyor, hemen derdest ettirip zindana mı tıkıyor? Hayır. '-Bu sözün sebebi var mı? Ben neden hırsızım? Bilmiyorum. İzah et. Eğer hırsızsam hakikaten, sözümü keseyim.' Diyor. Şu hoşgörüye, eleştiriye karşı tahammüle bakın. Ve sonra ne oluyor; bu vatandaş cemaatin ortasından kalkıp kendi üstünü göstererek '-İşte bak' diyor, '-Hepimize dağıtılan kumaştan ben de üzerime elbise yaptım. Ancak küçük bir sağ kol, küçük bir ceket çıktı bana.. Hâlbuki sen, Ey Ömer! Boyunca kocaman bir cübbe giymişsin. Bu cübbeyi yapmakla, sen, o kumaştan bütün vatandaşlara düşen paydan iki hisse aldın. Demek, çaldın. Demek hırsızsın! Öyle ise, ben senin hilafetini tanımıyorum, sen sus!” diyor. Bunun üzerine Hz. Ömer son derece sükûnetle, sinirlenmeksizin oğluna dönerek 'Ya Abdullah! Kalk cevap ver' der. Oğlu kalkar. Der ki: 'Vatandaşlar, görüyorsunuz. Benim üzerimde sizinki gibi kısa bir ceket de yok. Ben hissemi babama verdim. Babam da bir cübbe yaptı.' Bunun üzerine Hz. Ömer: '- Ne dersin?' Diye soruyor o vatandaşa. Ve vatandaş cevabında: '- Peki. Anladım, hırsız değilmişsin, Ömer. Otur şimdi, söyle, dinleyeceğim.'diyor. İşte size demokrasi !
Onu farklı kılan, yaptığı her bir şeyi sadece ve sadece Allah rızası için yapıyor olmasıydı… Halifelik hırkasını giydiren Hz. Ebubekir’e bu göreve razı olmadığını söylerken,
“-Yâ Ebubekir, ben kendi ailemin hesabını nasıl vereceğimi düşünürken, ümmetin hesabını nasıl veririm” kaygısına cevaben
“-Allah sana yardım edecek Yâ Ömer” müjdesiyle razı oluyordu müminlerin emiri.
Hepimizin özlemle aradığı, o hakiki halk egemenliğinin asırlar öncesinde bile yaşanan canlı örnekleri gözümüzün önünde dururken; süper güçlerin kaşıkla getireceği demokrasi (!) ve buna mukabil kepçeyle götüreceği ile Ortadoğu coğrafyası bu istikrarsızlığa mahkum edilmemeli! Milyonlar aylardır meydanlarda hak arayışında, katledilerek susturulurken “ileri demokrasiye geçiş süreci” adını koyan batı, battığının farkında değil yahut tam bir vicdan tutulması yaşıyor ! Lakin ADALET’in CEMRE’si toprağa düşmek üzere…İşte o vakit, İslam güneşi o coğrafyadan dünyayı aydınlatmaya yeniden başlayacak. Zira 'Ölmeye hazır olan insanlar, ölmeye hazır olmayanlara karşı galip gelirler..' diyen Aliya İzzetbegoviç’in ruhunu şad ederek, anmadan da geçmemek lazım.
'Petrol Araplar da olabilir ama kibrit bizde'' diyen Ariel Şaron ve familyasına karşı, bu coğrafyanın vicdanlı aydınlarına düşen görev: insan hakları, yeni siyasi sistem ve birlikte yaşam ruhunu gür sesle yeniden tanımlamak… Demokrasiye saygı icra ederken, sizin demokrasiniz size, benim ki bana bağnazlığından kurtulup, evrensel bir çatı oluşturabilmek... Yeni İslamcılara düşen görev, kendilerini müdafaa etmek yerine hem Müslüman halklara hem de tüm insanlığa neyi vaad ettiklerini anlatmalı ve göstermeliler…
Asr-ı Saâdet'teki gibi, insanlar arasında ayrım gözetmeden, sevginin paylaşıldığı, kaynaşmanın yaşandığı mutlu ve huzurlu yarınlarda buluşmak niyazıyla, kalbi selamlarımı gönderiyorum.
Zeliha ÖZTÜRK
Eğitimci & Yazar