Buhârâ’nın Samânîler’den sonraki hâkim hânedânı Karahanlılar’dan kalma meşhûr Kalın Minâre (XII. Yüzyıl başları) bir sonraki durağımızdı. Kalın Minâre’nin ait olduğu, Karahanlılar’ın yaptığı asıl câmi yerinde, XVI. Yüzyıl başlarıda Şeybânîler’ce yaptırılan Kalın Mescidi bulunuyor (aşağıda). Mescidin karşısında ise XVI. Asrın ortalarına doğru yine Şeybânî Emirliği’nce yaptırılan medrese bulunmakta.
Hem âlim hem de emîr olan Timur’un torunu Uluğ Bey’in (v. 1449) XV. yüzyılda Buhârâ’da yaptırdığı medrese ve mescid kompleksi gerçekten muhteşem gözüküyordu! Büyük ölçüde restore edilmiş komplekste göze batan hiçbir fazlalık yoktu. Uluğ Bey Medresesi’nin hoş ve dingin atmosferinden uzaklaşmak istemedim...
Medresenin avlusunda yerel kıyafetiyle gördüğümüz bu güzel hanım, aynı zamanda bir yeni gelin!
Kendisi Türkmenistanlı eşi ise Özbek (aşağıda).
Rehberimiz Gâlib’in ardına düşmeye devam ettik. Uluğ Bey Medresesi’nin tam karşısındaki Abdulaziz Hân Medresesine geçtik. Bu arada Gâlib de Türk okulunda okumuş, Türkçe’yi orada öğrenmiş bir Özbek genciydi.
Abdulaziz Hân Medresesi XVII. yüzyıl ortalarında yapılmış. Buhârâ’nın Astarhân Hânlığı hâkimiyetindeyken dikilen binanın içerisinde derslikler ve câmi bulunuyor.
Akşam inmek üzere olduğu halde gördüğümüz son tarihî yapı, Buhârâ’nın ilk câmisi. XI-XV. Yüzyıllar arası bir tarihte yapılmış olabileceği tahmin ediliyormuş. Restorasyonu yapılmamış câmi hâlen halı müzesi olarak kullanılmakta.
Sonunda rehberimizle vedalaşıp ondan ayrıldık. Akşam yemeği için şoförümüz sevgili Tolmas’ın önerisiyle tavuk yemek üzere bir lokantaya gittik. Salataları seçtikten sonra tavuğumuzu beklemeye koyulduk. Bütün bir tavuk istemiştik. Gelen tavuk yağda kızartılmıştı. Yeme alışkanlığımıza biraz aykırı olduğu için zoraki biraz tırtıklayıp ağırlığı salatalara ve nefis Buhârâ ekmeğine verdik. Aynı gün öğle yemeğinde Özbek pilavının Buhârâ versiyonunu denemiştik. Evet, çok lezzetliydi ancak o da tavuk gibi fazla yağlı olduğu için çok az yiyebilmiştik. Bu arada, o güm öğle yemeğinde ilk kez tattığımız at etinden sucuğun tadını hepimiz sevmiştik… Özbekler at etini sucuk olarak saklıyor, öyle kullanıyorlar. Genellikle çorbasını yapıyorlarmış. Biz de onu denedik. Sağolsun arkadaşım o günki lokantanın sundurmasına asılan at sucuklarını çekmeyi unutmamış!
Yemekten sonra otele girmeden önce üç hanım, Buhârâ sokaklarında bir saate yakın dolaştık. Nasreddin Hoca heykelini selamladık, çok hoş eski sokaklara girip yürüdük ve en ufak bir sıkıntı yaşamadan otelimize döndük.
Ertesi sabah, kahvaltıdan sonra Tolmas bizi almaya gelene kadar biraz dışarı çıkmak istedim. Otelden çıkıp aksi yöne döndüm, 5-10 metre kadar yürüyünce ortada koca bir havuz bulunan bir meydan ve etrafındaki pek çok tarihi eserle karşılaştım. Bir kısmı henüz turizme açılmamış; bazısı resmî dâire, bazısı da fotoğraf galerisi olarak kullanılıyordu Bu şehirde 997 adet tarihî eser olduğu doğru olmalıydı!
Tolmas’ın bir işi için uğradığımız mekânın tam karşısında çok hoş bir tarihî eser daha vardı: Çar Minor (Dört Minâre) XVIII. Yüzyıl yapımı bu komplekste, medrese, câmî ve kütüphane bulunmaktaymış. Oradan, önceki gün gittiğimiz halıcıya tekrar uğramak için surlara doğru gittik. Halıcıya doğru yürürken günlerdir dikkatimi çeken bir ayrıntıyı -sokakta ayakkabı yerine terlikle mutlu mutlu yürüyen Özbek kadınları- çaktırmadan fotoğraflamayı başardım!
Aşağıda görünen anneanne ve torunun olağanüstü ev sahipliğini hiç birimiz unutamayacağız. Bu tatlı teyze, şoförümüzün arkadaşının kayınvalidesi. Yanındaki olağanüstü güzellikteki kız da torunu. Onların evine, benzin almak için gittik desem?… Şöyle izah edeyim: Tolmas Buhârâ’da hiçbir istasyonda benzin bulamamış; sonunda şoför arkadaşını aramış o da evlerine uğrarsa babasının verebileceğini söyleyince oraya gitmeye karar vermiş. Bize aktardı, hep beraber arkadaşının evine uğradık. Arkadaşı eşiyle birlikte Semerkand’a gitmişlermiş; dolayısıyla, kayınpederi yaşlı amca Tolmas’a yardım etti. Onlar, birlikte depoyu doldururlarken, evin büyük hanımı torunuyla birlikte bizi karşıladı. Özbekçe-Türkçe ve küçük kızın yardımıyla İngilizce halleştik. Teyze bizlere evde yaptığı kayısı, erik suları, çörek-böreklerden ikram etti. Bununla yetinmeyip bir torbaya koydu ve ısrarla yolda yemek üzere yanımıza da verdi. Küçük ama çok sevimli, temiz, sıcacık evini sevgiyle bizlere açan misafirperver Özbek Teyze’ye selâm olsun! fotoğraflar arkadaşımın objektifinden.
Nihayet öğle saatlerine doğru Aksak Timur’un başkenti Semerkand’a doğru yola çıktık… Buhârâ’dan Semerkand’a gitmemiz yaklaşık 4-5 saati aldı. Yolda önce Gecduvân kasabasına uğrayıp geleneksel yöntemlerle seramik yapan bir ailenin evini ziyaret ettik. Eve doğru ilerlerken gördüğüm cenâze alayı çok etkileyiciydi. Ellerinde uzun âsâlar, sırtlarında uzun lâcivert kaftanlar, başlarında sarıklar, her biri birörnek giyinmiş yüze yakın erkek… öndekiler tabutu sırtlamış, hızlı adımlarla, sessizce ilerliyorlardı. Arabada olduğum için fotoğraf çekemedim; durup rahatsız etmek de istemedim. Geçtik gittik.
Seramik yapan Tacik asıllı beyefendi, yedi kuşaktır bu işi yapıyormuş. Fırın dahil hiçbir şekilde makinemsi araç kullanmıyormuş. Örneğin fırının ısısını tamamen tecrübeye dayanarak tespit ediyormuş. Bu arada Gecduvân seramiğinin ünü ABD’ye kadar uzanmış. Newyork’ta ve diğer batı şehirlerinde defalarca sergi açmışlar. Seramiğin özelliği birkerede fırınlanıp ortaya çıkmasındaymış.
Güler yüzlü ev sahibi usta, biz seramiklere bakarken evinde bizim için çay demletip, börek-çörek ve kuruyemişleri hazırlatmış bile! Zamanımız olmadığı halde nazik daveti geri çevirmeyip icâbet ettik. Pırıl pırıl bir evde patatesli, etli çörekler, kuruyemişler ve çay... Arkadaşım, fotoğraflamayı ihmal etmememekle ne de iyi etmiş!.. Aşağıdaki kuruyemiş tabağı ve kaseleri Gecduvân seramiğine örnek.
Tekrar yola koyulduk. Buhârâ-Semerkand yolunda XII. Yüzyıldan kalma yıkık bir kervansarayın sapasağlam ayakta kalan büyük dış kapısını ve onun hemen çaprazında yer alan hayvanları sulamaya yarayan büyük sarnıcı gördük. Her ikisi de çok güzel ve etkileyici görünüyorlardı. XIX. yüzyıldan sonra İpek Yolu adını alan değişik rotalardaki birkaç kervan yolundan biri tam da buradan geçiyor olmalıydı…
Semerkand yolunda uğradığımız son durak ünlü hadis âlimi ve tarihçi İmam Buhârî’nin türbesiydi. Burada bize Tolmas eşlik etti; çünkü şehir dışında bir yerde olduğu için rehber anlaşmamız bulunmuyordu. Büyük âlim, Buhârâ emirinin, sarayına gelip çocuklarına ders verme isteğini geri çevirdiği için doğduğu şehirden ayrılıp Semerkand yakınlarındaki Hartenk köyündeki akrabalarının yanına gitmiş; 869 yılında orada vefât etmiş. Türbesinin içinde bulunduğu geniş kompleks son derece temiz ve bakımlıydı.