Milletleri millet yapan, onlara millet olma ruhunu veren birçok maddi ve manevi unsur bulunmaktadır. Bu unsurlar, bir milletin toprağı, bayrağı, örfü, adeti, tarihi, kültürü, inancı ve dilidir. Bunlar toplumlara ‘vatanı olan bir millet’ olma özelliği kazandırırken aynı zamanda o topluma milli bir kimlik kazandırır. Bu değerler arasında sosyal hayat bakımından varlığı en ehemmiyetli olanı ise dildir. Çünkü dil, fertler arası münasebeti sağlarken aynı zamanda düşüncelerin ifade imkanı bulduğu tek yol olup geçmişle gelecek arasında da bir köprü görevi görür. Dil ile kültür arasındaki bağ da bundan ileri gelir. ‘Milli Kimlik’ kavramı bir milletin tarihini, kültürünü, inancını barındırdığından bu kavramların günümüze nakledilmesi, bugünden de yarına intikal etmesi için varlığının ve yapısının korunması vatanın korunması kadar mühimdir. Böylesine mühim bir değeri korumak, tahrip edilmesine müsaade etmemek de kendine ‘Türk’ diyen, bu vatanda yaşayıp Türk olmanın beraberinde getirdiği erdemleri ruhunda taşıyan her vatandaşın vazifesidir.
Türkçenin mevcut durumunu değerlendirmeden önce geçmişe dönüp bakmak ve dilimizin geçirdiği safhalara değinmek, Türk dilinin geldiği son aşama hakkında daha geniş bir muhakeme imkanı sunacaktır. Osmanlı döneminde kullanılan dilin fazlasıyla Arapça ve Farsça kelimeler barındırması, dilin sadelik özelliğine sahip olmaması ile neticelendiği gibi, dilin halk dili olma vasfının da yitirilmesine sebebiyet vermiştir. Daha sonraki dönemlerde Atatürk’ün yaptığı harf inkılabı dil konusunda oldukça farklı bir döneme girilmesine ve beraberinde de dilde yenileşme ve sadeleşmeye gidilmesine sebebiyet vermiştir. Atatürk’ün dil üzerine yaptığı çalışmalar harf inkılabı ile sınırlı kalmamış ve kurduğu Türk Dil Kurumu da dilin korunması ve zenginleşmesi maksadı ile var edilmiştir. 1930’lu yıllarda dil konusundaki hassasiyetle dilimizdeki yabancı kelimelere Türkçe karşılıklar bulmak ve dili arındırmak adına yoğun çalışmalar gerçekleştirilmiştir. Atatürk’ten sonra da aynı ‘özleştirme’ çalışmaları devam ettirilmiş fakat bu konuda aşırılığa gidilmiş, bu da dilin yanlış bir noktaya varmasına sebep olmuştur. Çünkü burada gözden kaçan bir mevzu vardı ki, o da bu aşırı sadeleştirme çalışmalarında tarihi derinliğin ve kültürel bağların ihmal edilişi idi. Yani, Türk dilini kurtarma ve koruma çabaları, dilin mevcut durumunu daha da yanlış noktalara getirecek bir hal almıştı.1950’lerden itibaren ise yabancı kelimeleri dilden atma çabalarına rağmen dilimize bol miktarda İngilizce kelimeler girmeye başladı.1980’lere gelindiğinde ise sadeleştirmede aşırıya gidilmesinin verdiği zararlar kısmen de olsa durdu. Sadeleştirme ya da özleştirme hareketlerinde aşırılıktan vazgeçildi. Olması gereken de buydu. Türklük ve Türkçe ile alakalı eserleri olan ve bu konuya çok hassasiyet göstermiş Ziya Gökalp de Türkçe ve dile giren yabancı kelimeler hakkındaki fikrini şu şekilde belirtmiştir;’Uydurma söz yapmayınız, yapma yola sapmayınız. Türkçeleşmiş, Türkçedir. Eski köke tapmayınız’. Ziya Gökalp sözleriyle dile kelime alma ya da dilden kelime çıkarma konusunda ki ince çizgiyi en iyi şekilde ayırt etmiştir. Çünkü dilde sadeliğin tam manasıyla gerçekleştirilmesi ya da dilden menşei olarak millete ait olmayan kelimelerin atılması pratik olarak mümkün olmadığı gibi, bir an için teorik olarak bunun yapılabileceği farz edilse dahi, bu bir milletin dilini, o kelimelerin barındırdığı kültürü ve tarihi bağı yok etmekle eş değer olacaktır. Bir milletin manevi değerlerini ve dilini yok etmek de sadece o milletin fikir dünyasının kararmasına sebebiyet verecektir.
Fakat bunun yanında, dilimize girmiş ya da girmek üzere olan, ifade kabiliyeti dar bir takım kelimeleri dilimize dahil etmemek, var olan bir kelime yerine daha dar manalı olan bu kelimeleri kullanmamak konusunda da son raddesinde hassasiyet gösterilmeli ve dilin kısırlaştırılmasına karşı tedbir alınmalıdır.
Türk dilinin gelişmesi asıl gaye olmalı, onun ifade gücünü azaltacak unsurları ya da kavramları dilden uzak tutmak, bu konuda bir ‘şuur’ oluşturmak ‘millet’ olmanın gereği sayılmalıdır. Atatürk’ün ‘Türk demek dil demektir. Dil inkılabının amacı Türk dilinin kısırlaştırılması değil, yenileşmesidir. Dilin milli ve zengin olması milli hissin inkişafında başlıca müessirdir.’ sözünden hareketle dilin kelimeler topluluğu olmaktan öte bir vasfa sahip olduğu konusunda gerçek bir şuura sahip olunması lazımdır.
Günümüze geldiğimizde ise Türk dilinin mevcut durumuna gösterilen duyarsızlık içler acısıdır. Basından, eğitim kurumlarına, siyasetten, sosyal hayata kadar her yerde ve her alanda, dilin kullanımı ile ilgili çok vahim hatalar yapılmaktadır. Yazık ki, eğitim müesseselerinin, üniversitelerin bünyesinde bile bu hataların farkına varılmayıp, dilin yozlaşmış bir yola saptığı gerçeği göz ardı edilmektedir. Üniversite öğrencilerimizin kullandığı ‘dil’ artık dil olmaktan çıkmış ve ayrı bir ‘dil’ haline gelmiştir. Hatta iş öyle bir hale gelmiştir ki, gençler ile bir nesil üstü olan ebeveynleri iki ayrı dil konuşmakta olup birbirlerini anlayamaz durumdadır. İşin en vahim tarafı ise bu ‘yeni dil’ artık televizyon ekranlarında, gazete köşelerinde alay konusu olmaktan çıkıp kabul gören bir yenileşme ya da ‘entellektüelleşme’ hareketi gibi algılanıp bu saçma sapan ve ne mana ifade ettiği belli olmayan kelimeler ve cümleler, yazarlarımız tarafından bile kullanılmaya başlanmıştır. Cemil Meriç’in ‘Kamus, namustur’ sözünün özünü idrak edemeyenler, bizim namusumuzun, milli değerimizin, milli kimliğimizin en önemli unsurlarından biri olan dilimizi, bu kadar kolay harcarken, harcadığının kendi kimliği olduğunu görmek ferasetine vakıf olamamış olanlardır. Bu ferasete vakıf olamayanlar, dildeki yozlaşmanın sadece kendi aramızda bir mesele olmaktan öteye gittiğinin ve dilin yozlaşmasında dışarıdan şer niyetli güçlerin etkisinin büyük ölçüde rol oynadığının da farkına varamayanlardır. Dil meselesinin ehemmiyetini idrak edemeyenler ve bu yozlaşmayı seyredenler, manevi manada kendi vatanında muhacir olmaya mahkum olurlar. Dil meselesinin milli bir mesele oluşunu yine Cemil Meriç’in manalı sözleriyle vurgulamak lazımdır. Cemil Meriç’e göre ‘Avrupa’nın Tanzimattan beri emeli de Türk aydınındaki mukaddesi öldürmek, onun yerine kendi mukaddesini aşılamak olmuştur. Esasen Avrupa’nın bir mukaddesi de yoktur, maksadı düşmanını istediği kalıba sokacağı şuursuz ve iradesiz “etnik” bir toz yığını haline getirmektir’.
O halde milli kimliğimizin parçası olan her varlığı, mukaddesimiz saymak ve milleti şuursuz, iradesiz bir toz yığını haline gelmekten korumak, bizi kendi vatanımızda muhacir etmek isteyen maksatlı, şer niyetlere karşı davalarımızı evlatlarımız gibi savunmak da bir vatan borcu sayılmalıdır. Unutulmamalıdır ki, milli kimliği olmayanın, ferdi kimliği olmaz. Ferdi kimliği olmayan da hayatındaki mukaddeslere karşı şahsiyetli, erdemli, basiretli, tutarlı hiçbir davranış gösteremez. Hatta bu mukaddesleri, fikir dünyasının, vicdan dünyasının ve şahsiyetinin hiçbir zerresinde barındıramaz. Konunun ehemmiyetini algılayamayanlar ya da dil konusunun geldiği durumu azımsayanlar bilmelidir ki, Türkçe giderse, gün gelir Türkiye gider!