Metin BOŞNAK

Tarih: 15.09.2014 17:55

“Münevver” ve “Aydın”dan Kurtulmak

Facebook Twitter Linked-in

Osmanlı’nın önceleri, uleması ve müderrisleri vardı. “Münevver”leri sonradan oldu. “Karanlık” neydi tam anlamadan, aydınlanmak ihtiyacı hissetmişlerdi. Bu tavır İngilizlerde “Enlightenment,” Fransa’da “Lumières,” Almanya’da “Aufklärung” diye tecelli etmişti. Ve aslında Batı medeniyeti içinde bir daireden diğerine geçme çabalarıydı olan. Yani Yahudi-Hristiyan geleneğinden, Grek-Roma geleneğine geçmek çabasıydı. O nedenle, yeni okumaları da yükselen Sömürgecilik ve eş güdümlü Kapitalizme yarayacak şekilde Yahudi-Hristiyan unsurlar tanımlanıyor, bunu yapabilmek için Grek-Roma geleneği gerekli mühimmatı temin ediyordu.

Babıâli Tercüme Odası 1821'de kurulmuş, 1871'de Hariciye Nezareti’nin bir bürosu haline dönüşerek varlığını imparatorluğun yıkılışına kadar sürdürmüştü. Diplomatik çevirilerle başlayan faaliyetler zamanla Müslüman tercümanların eğitildiği bir kurum olmuş ve tercüme eserlerin yaygınlaşmasında önemli bir okul olmuştu. Rum mütercimler artık yoktu, ama tercümelerin mantığı iki dili yan yana koyan “kelime tercümesi” esasına dayalıydı. Avrupa dilleri esas alınsa da, temelde tercümeler Fransızcadan yapılıyordu. . Kelimelerin gölgeleri, lisanın dili ile halin dili arasında kaybolabiliyordu. O nedenledir ki, sonradan sıkıntı yaratacak terimler, aslında o dönemlerde temellendi.

Tercüme Bürosu, siyasette de etkili insanların yetişmesine zemin hazırladı. Ali Paşa, Fuat Paşa, Ahmet Vefik Paşa, Namık Kemal gibi isimler bu tercümelerle “aydınlanan” insanlar arasındaydı. Tercümelerin dilde olanı ile halde olanı arasındaki farklar yeterince anlaşılmamıştı. Osmanlı münevveri de bir tercüme maharetiyle, “aydınlanma” kavramlarını tercüme etmek için “nur”dan yola çıkmışlardı, “tef’il babından “münevver” ortaya çıkıyordu. İhtimal özellikle Hıristiyan Arapların tercüme ettiği kavramlardan biriydi bu. “Frenk” fikirleriyle anti-Frenklik etmek “tenvir” etti onları; Frenkleri tenkit ettikleri de vakidir. Belki “nur” kelimesiyle aslında, “küfre” karşı bir tutum da almış oluyorlardı kim bilir! Sonrasında Cumhuriyet’in “aydınları” oldu; Osmanlı karşıtlığını aydınlık saydı. “Batı” dediklerinde yatardı aydınlık. Ve 'Aydınlanma' bizim önümüzü, geleceğimizi aydınlatmak yerine, geçmişi sadece karalamak ve karanlık görmek tarzında yer etti. Batı’da Kilisenin temsil ettiği her şeyin karşılığı bizde öyle yer aldı. Aydının aklında, tercüme aklında Batı’da Kilise neyse, Osmanlı aynen onu temsil eder oldu.

Münevver de, aydın da tercüme kavramlardı; karanlık algıları değişiyordu. Münevver için “Osmanlı,” Osmanlı’nın sadece en parlak dönem ve maharetlerini, aydın için Osmanlı, Osmanlı’nın en kötü zamanları ve beceriksizliklerini anlatır oldu. Münevverin Osmanlıyı sahiplenmesi, son demlerine yetiştiği ihtişamı görmek kadar, üzerine geldikçe, “iman”la göğüsleyerek ricatini hafifletme çabasıyla karışıktı. Aydın için Osmanlı’nın gitmesi zaten gerekliydi; geç bile kalmıştı. Osmanlının “Avrupa” devleti olmuşluğunu unutmuş, “Avrupa’nın Hasta Adamı” kavramını, hastalandıranları değil, hastalananı eleştirmek için kullanıyordu. Osmanlı aradan çekilince, ışık doğrudan Batı’dan gelecekti. Batı, yani Avrupa, yani Fransa, yani Paris, yani yaşadığı ve gördüğü kadar mahallerden…

Ancak bu kavramlar dilbilimsel bir çeviriden çok bir kültürel değişim halinin tercümesiydi. İkisi de tercüme kavramlardı, tercüme edildiği dillerdeki anlamlarıyla aslında kültürü tercüme ediyorlardı. Münevver ve aydın karanlığa, “Karanlık Çağlar”a karşı bir tepkiden ilham aldı. İki renge indirgenmiş dünyalarda yaşadılar. Dahası, birine göre Diyar-ı Küfür olan diğerine Diyar-ı aydınlık olarak tecelli etmişti. Münevverlik ve aydın işte bu nedenle, kalemi, sayfası, bizden mürekkebi başkasından olan bir kitaba yazıldılar. Ve kara yazdılar yazılarını. Münevver iyi olan ne varsa onu da küfrün karanlığında gördü. Aydın ise, kötü olan her şeyi sırf münevver sevmediği için sever oldu.

“Batı” hem münevverin hem de aydının tanımlamak istediği netameli bir konu oldu. Osmanlı’nın son dönem münevveri ve Cumhuriyet’in erken dönem “aydın”larının ortak noktaları Batı’yı, Batı’da bir ülkede yaşadıkları şehir ve semtten ibaret görmeleridir. Görüntüler arasında sıkışan bir algı akışından ibaret kaldı, Eiffel Kulesi ise Galata Kulesi arasında bir yere zincirlendi algılar. Münevver ise, Galata Kulesinden uçan Hezarfen’i iç çekerek hatırlıyordu. Şanzelize (Champs-Élysées) bulvarı ile 'Pera' (Beyoğlu) caddesi arasında gezindi münevver, Fatih semtine sığındı. Sonra Harbiye’yi doğurdu Fatih’te. Aydın ise, Rousseau ile Renan arasında hamak kurdu. Endülüs’ü flamenkoyla tanıdı biraz. Zaten gerisi de “zil, şal ve gül” oldu. Çok duyduğu Rousseau’nun Emile’i ona Fransız kültürüne dair bir şeyler anlatmalıydı, ama O daha çok İtiraflar’ın cazibesine kapılmıştı.

Sonraları Simon De Beauvoir’a yaklaşmaktan bile korktu aydın, Zola’yı ancak Fransız eleştirince eleştirebildi. De Beauvoir ona, kadın ve Batı kültürüne dair bir şeyler anlatabilirdi. Olmadı. Çünkü aslında münevverden kendine yonttuğu kimlik kırıntıları onu da hazmedemezdi. Sartre’a yakın bir “salon”da noktalamak istedi tartışmayı. İbn-i Haldun onun için ancak Durkheim anınca anlamlı oldu. Münevver’in anlattığı ne varsa eksiydi, Durkheim, Compte yeni tartışılmazları olmuştu. Aslında, Nassları yer değiştirmişti. “Bir sengine yekpâre” diyerek aşılan bir “Acem” kültürü, yenilen İstanbul’u Paris’in bir sengine layık görmez olmuştu. Artık mahalleler bitmiş, “salon”lar bitmiş, kahvehaneler taşra kuytularına gizlenmiş, cafelerde aydınlar uç vermeye başlamıştı. Ve arada aydın ve münevver buralarda görüşür olmuşlardı. Aydına ve temsil ettiklerine imrenen münevver, onun mekânlarında kendine meşruiyet ararken, aydın da münevverin tükettiklerini anlama çabasıyla, gözlemci olarak statüsünü devam ettiriyordu. Ölü tarihsel arşivlerin günümüze yansıyan hallerini kendi mekanlarında görmek de fena değildi!

 Münevver tarihin, aydın ise tarihte olanların karşıtlığından kendine “marka” edinmek istedi. Zaten sorunu kimlik olmadı; kendi kimliğini verilen kimlikler arasından niyet tavşanı edasıyla çekmişti. Münevver’in kimliği kendi belirlediği bir kültürel ve siyasal zaman dilimine mıhlanmıştı; Osmanlı’da olan, zaten olabileceğin en iyisi idi. Aydının kimliği, dövmek istediği kültürel ve siyasal dönemin karşısına dikebileceği ekonomi teorileri oldu. Batı’da olan zaten olması gerekendi; başkası da olamazdı. Ekonomik gerilik, siyasi sürüncemeler derken, bir Oryantalist gibi, kendi kültürünü algılar olmuştu. Ne gerilik varsa kültür, yani onunla da kastı “inanç” sistemi olmuştu. Renan gibilerin de katkısıyla, Reşit Paşaların etkileriyle Osmanlının son dönemi, sadece Osmanlının değil, bütün İslam medeniyetinin temsili durumu olmuştu. Sonuçta, ne münevverin Osmanlı’sı onu Osmanlı yaptı; ne de aydın Batıcılığı onu Batılı yaptı. Münevver Osmanlı’yı Cumhuriyet’i yermek; aydın Batıcılığı Osmanlı’yı yermek için kullandı. Doğu ve Batı derken, aslında ikisi arasındaki kilit taşı Osmanlı da unutulmuştu.

O nedenle, Batı’yı Türk entelektüeli gereği gibi tanımlamadı henüz. Münevver ve aydın arasında sesi de çıkmaz oldu zaten. Münevver’e göre Batı, atış poligonu oldu. Osmanlının medeniyeti ve toplumsal düzeninden çok, Osmanlının siyasi ve ekonomik gücüne talip oldu. Halin çıkmazlarını, hayalin huzuruyla aşmak istedi. Aydın’a göre Batı, mescitten az ötede silueti beliren iltica tapınağı oldu eski Yunan tarzında. Entelektüel her iki ekolün de sürgünü olarak kaldı. Münevverin de aydının da “devlet”çe sübvanse edilen özgürlükleri oldu. Entelektüelin varlığı ise borsada yer almadı. Elinde icazet taşımadığı için sağ eline verilecek dosyası; milli duruşu olduğu için sol eline de yakışmayan bir yerli duruşu, bazen anakronik tonlarda da olsa takdir alıyor, ancak münevver ve aydın arasında kalmışlık, dahası da ikisine de mesafeli olmasından da yalnızlığının tadına içerliyordu.

Cemil Meriç böylesi entelektüellerden biridir. Münevverin okuduğu, ama kulak asmadığı; aydına laf yetiştirmek için kullandığı bir düşünce ve belagat üstadı olarak kaldı. Aydın’a gelince, o Meriç’i aydınlıkta bu kadar kalmasına rağmen karanlığa neden dalmak istediğini anlamadı. Aydınlığı tanımış ve nasılsa ona arkasını çevirenlerden olmuştu. Oysa Cemil Meriç, Batı’nın karşısına çıkarken aslında eski “Hind”i arkasına alarak göğüslemek ister. Galip kafalı entelektüelin mağluplar liginde olmak istememesidir bu tavır. Batı’nın hâl’ine, Doğu’nun mazisiyle göğüs germek hissi derinden tüter cümlelerinde. Hatta Uzak Doğu’nun… Sonrasında bir onulmaz sılada bulur kendini Meriç. Ve sılada ölür zaten. O sılanın varlığı devam etmektedir.

Yahya Kemal, kültürel yenilgiye karşı durma mecalini ancak bir Fransız’dan aldığı, kendi medeniyet tarihine dair tüyolarla aşma çabasındadır. Aslında bireysel ezikliğini, medeniyet temelinde bir algı içinde değerlendirirken, “çocuklar gibi şen olması” bu durumu açığa vurur. Ve suni çiçekleri koklarcasına öz medeniyetini koklar ve kokularını aktarmak ister. Çünkü gördüğü bahçede, tarumar olan gerçek çiçekler balkonlarda saksılara hapsolmuştur ve bu durum Yahya Kemal’i alenen rahatsız eder. Bahçıvanı da beğenmez zaten.    

Tanpınar’ın Fransa’yla özdeşleşen algısı, onca Fransa hatırasına rağmen kitaplardan aktarma gibidir. Yahya Kemal ile Tanpınar’ın ortak noktası, Batı’yı tanımak ve eleştirmek cesaretini ancak Batı’lı yazarlardan edindiği birikim ve onların perspektifi ile olmasıdır. Onun “ah bir de İngiltere’yi görsem!” demelerinde ve Fransız çayı ile Türk çayını tevhit etme iştiyakı, muzaffer kültürün zaferine ona eklemlenmek şeklinde tezahür etmiştir. Yani “sentez” algısı…

Münevver ile aydın sistemin kavgasını, sistemin kaynaklarını kendi lehine çevirmek için yaptı. Totemler devrede oldu hep. Birinin tapuları ve tabuları diğerine casus belli (savaş nedeni) oldu. Yıktığı, yıkmaya çalıştığı her tabu arkasında kendini gördü. Putların savaşında galip gelen kendi putunu dikmek istedi çünkü. “Yerli malı” totemlerin arkasında ise, Batı heykeltıraşları beliriyordu hemen. Entelektüel ise, medeniyet algısı içinde baktı totemlerin kavgasına: kaygı ve hüzünle.

Aydın minyatürden bütüne giderek algıladı Batı’yı. Batı ona göre, Avrupa’ydı zaten. Algısı hep pozitif oldu. Bu anlamda 1970’lere kadar yapılan popüler Türk filmlerinde Avrupa’ya tahsil, tedavi veya uzlet için giden kahraman, mesela Paris’e değil, Fransa’ya değil, Avrupa’ya gidecektir.

Münevver ve Aydın eğer Paris’i gördüyse, Fransa’yı görmüştür. Fransa’yı görmesi de onu “Batı görmüş” yapacaktır. Paris onun için, mahallenin gözlerinden uzak hürriyet alanını ifade eden bir rüya ülkesidir. Necip Fazıl dâhil, münevverler Zola’nın yazdığı sorunları okudular belki, ama yaşadıkları zamanlarda gidip o madenlerde Fransız medeniyetini “sahada” müşahede ettiler mi? Germinal’i Türkiye’de okurcasına okumaktan farklı bir tecrübe etmek akılarına geldi mi?

Frenklerin ülkesi Fransızların ülkesine evirildi algılarda. Hatta Frengistan adeta Paris’e indirgendi. Üstelik münevverler Fransa’yı, “Frengistan”ı biraz da –gözleri kapalı ama--kalp gözüyle gören Yirmisekiz Mehmet Çelebi’den farklı gördü. Paris gördükleri her şeyi ihtişam retinasıyla, basit dil ile iletişimini bile Frenk’in üstünlüğüne, Frenk’in yaptıklarının her zaman planlı, uzun vadeli olduğuna, biraz kıskançlık, ama kahir bir hayranlıkla izlediler. 

Zamanla seyahatnameler ve hatıra yazıların sayesinde “bal dök yala” sokakların, suyu zemzemden kutlu, beyaz topukların dekolte kıyafetlerle fora edildiği mekânın adı oldu. Bu tür bakışı, bir Osmanlı Sultanının İngiltere’de izlediği bale gösterisini izlemesindeki hayranlıkta da görmek mümkündür. Osmanlı Sultanı bu bale gösterisini İstanbul’da görünce, Batılılaşmanın tamam olacağını düşünmüştü. O nedenledir ki İtalyan Verga’nın Cavalleria Rusticana adlı kısa hikâyesi opera olarak ilk olarak Osmanlı İstanbul’unda sahnelendi.

Aynı şekilde, bu tavrı Cumhuriyet döneminde her yerde piyano olursa Batılılaşma, modernleşmenin kemale ereceği hezeyanlarında görmek zor değildir. Oysa devletin cömertçe sağladığı bursla  “Frenk”in ilmini almaya giden münevver ve aydınlar, çoğu zaman ya kendi kafalarındaki gettolarda ya da hayranı oldukları gettoların fanusunda yaşadılar. Yaşadıkları ülke, hatta şehrin arka sokaklarıyla, madenlerinde sürünen, sömürülenden bihaber, “Fransa eşittir Paris, Paris eşittir Paris’in” semti olarak kaldı.  “Kaldırımlar” Paris’indi, kuleler Paris’in. Sonraki dönemlerde bu Londra oldu, New York da oldu, ama tavırda fazla bir değişiklik olmadı. Nasılsa Türk Milletini kendi devletine yabancılaştıranlar, Türk milletine kendi devletlerinden daha aziz gelmeye başlamıştı. İnceden inceye, Anglo-Sakson hâkimiyetini zihinlerinde, belagatteki eleştirilerin aksine, bu durumu içselleştiren Şarklı Şarkiyatçılar olmaktan geri durmadılar.  Fransızca yabancı dil olarak yerine, önce Almancaya, sonra da İngilizceye bırakırken aslında bu değişimin izlerini ifade ediyordu.

Parçalanmış imparatorluktan Türkiye’ye sığınan ve sıkışan nesiller, elbette çok yönlü travmaları yaşadılar. Bunları yaşarken, vuruk sonrası strese benzer davranış bozuklukları gösterdiler. Yaşanan travmalar hem Osmanlı Devleti’ne hem de Türkiye Cumhuriyetine bariz bir şekilde yansırken, onlara muhalif olan oluşumlarda da kendini gösterdi. Eski Devletin, yeni Devlet olma aşamasında aslında eskisinden kalma yıkımlarla ve çöküşüyle devam ettiğini unutan aydın ve münevver, çöküşü de aydın veya münevverin tarihte çıktığı zamanlarla açıklamakla yetindiler. Birinin takvimi diğerini yalanlıyordu.

O yüzdendir ki, münevver ve aydın arasındaki çatışma, çok başlı çatışmaların ve iktidar alanlarının çatışması olarak devam etti. Türk entelektüeli ise, kendi serencam ve sancı semptomlarını kendince yaşamaya devam etmektedir. Bu semptomların başında da Türk entelektüelinin yalnızlıkları yatmaktadır. Hem münevverin hem de aydının teselli ve desteklerinden mahrum olarak ve bazen onlara rağmen düşünmek zorunda kalması entelektüelin kendi kaderi olarak kalacaktır.

Doğu’yu ve Batı’yı tarihte ve halde görmenin ötesinde, münevver ve aydından uzak, entelektüel bakışı geleceğe nakşetmek çabası ise entelektüelin kendi trajedisini yazmasından başka bir şey olmayacaktır! Bu nedenle, tarihin halde, halin tarihte olduğunu görmek bir Kassandra kompleksi trajedisi ve kendine yazılmış bir arzuhal olarak kalacaktır. Doğulu müstağripler ile Batılı müsteşriklerin kazandıkları nokta da zaten budur. Merkezde var olan münevver ve aydın, aslında ancak Merkezle varlığını idame ettirirken, o Merkezi Merkezdeki oynaklığa rağmen anlama çabasında olacaktır. Mağaranın içindeki gölgeler, mağara ağzından gelen ışıkla kaybolana kadar da bu durum devam edecektir. Gölgelerin karaltıdan ayrılmasıyla mağara sakinleri ya gözleri kamaşmış ya da kendi kara odasında çektiği kendi görüntüleriyle avunurken belirince, bir siluetin varlığı hatırlanacaktır. Hacivat ve Karagöz arasındaki çekişmenin bitmesi içinse, ikisini de oynatan kuklacıdan gerekmektedir.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —