Metin BOŞNAK
Tarih: 16.12.2014 23:55
Osman Bey, Osmanlıca mı Konuşurdu?
“Osmanlıca,” Türkçe’nin ve tarihteki Türk devletlerinin en gelişmiş iletişim, devlet, edebiyat ve felsefe dilidir. Dilin zenginliği, Doğu Türkistan’dan, Doğu Avrupa’ya kadar yayıldığı büyük bir coğrafyadan aldığı usarelerle artmıştır. Omurgası Türkçe olup, dilin ana yapısını ve köklerini; ödünç aldığı kelimeler de dolaştığı coğrafyaları ifade eder. Osmanlıca dil bilgisel olarak Türkçe, semantik olarak Türkçe, kelime haznesi olarak da Türkçe haricindeki dillerden ithal ettiği kelimelerle kendini daha da geliştirmiş bir dildir. Bu diller arasında Arapça, Farsça ağırlıktadır, ancak denizcilik açısından Yunanca ve İtalyanca, felsefe terimleri, edebiyat kavramları açısından son dönem itibariyle de Fransızca vardır.
Osmanlıcanın Türkçe’nin kadim,emperyal dili olması kadar, Türkiye Cumhuriyeti ve Türkçenin sonraki haliyle çatışır bir bakış açısını da yansıttığı da bir vakıadır.Aradaki fay hattında, tarihsel bir zoraki dönüşüm yatmaktadır. Daralan coğrafya, daralan kelime haznesini ve o haznenin temsil ettiği coğrafyaları unutturdu. Öz Türkçe çalışmalarıyla dilde daralmalar Arapça ve Farsça kelimelerde olurken, teknoloji dili olan İngilizceye gümrük konulmadığı için ciddi olarak Türkçe’ye ses ve kelime olarak egemen olmaya başladı. İthal teknoloji dilinin yerine bazı mantıklı Türkçe karşılıklar bulunsa da, toplumda oluşan yabancı kültür ve dil ile kimlik edinme arayışı, TDK’nın türettiği kelimeleri akim bırakmıştır.
Türklerin, “Osmanlı” olması ile Türkçenin dil olarak “Osmanlıca” olması, dil ve devletin beraber oluşturduğu medeniyetin anlamını ifade etmektedir. Devlet geliştikçe, sadece yeni coğrafyaları kendine katmamış, aynı zaman da yeni fethedilen bölgelerin beşeri değerlerini, dillerinden bazı unsurlarını da kendine katmıştır. Yeni kelimeler Türkçenin harmanına girmiş, Türkçeleşmiş, zamanla Osmanlıca olmuştur. Osmanlıcanın, altı asırlık Osmanlı Devleti tarihindeki anlamı ve mahiyeti hep aynı olmamıştır. Öncelikle, Osmanlı Devletinin Kurucusu Osman Bey, “Osmanlıca” diye bir dil zaten bilmezdi. Oğuz’un Kayı Türkmenleri Türkçe konuşulardı. Selçuklular döneminde Farsçanın Türkçe içindeki yeri artmış, edebiyat ve ibadetin, devletin protokol dilinin parçası olmuştur.
Osmanlı Devletine ismini veren Osman Bey,Arapça ve Farsça ağırlığı daha az olan bir Türkçe konuşurdu. Devleti henüz beylik düzeyinde idi ve fetih coğrafyasından Türkçeye kelime akışı sınırlıydı.Dahası aynı dil, dönemin diğer beyliklerinde de lehçe farklarıyla beraber konuşulurdu. Türklerin tarih içindeki göçleri Doğu Türkistan’dan Anadolu’ya ulaşmış, henüz Arap topraklarına ulaşmamıştı, Rumeli’ne ise kısıtlı olarak akınlarla devam eder durumdaydı.
Anadolu Selçuklu Devletinin Moğol istilası sonucunda parçalanıp beyliklere dönüşmesi sadece siyasi değil aynı zamanda kültürel parçalanmaya yol açtı. Memlûk Devletiyle Türkler Mısır ve Suriye’ye ulaşmış, “bahrî” olmalarından dolayı da Akdeniz’e yayılmışlardı. Bölgedeki askerî terminolojisi Türkçeleşmiş, öte yandan Türkçe de Memlûk Türklerinde fonetik olarak değişime de uğramıştır.
Karamanoğlu Mehmet Bey’in, Selçuklu başkenti Konya’yı aldıktan sonra 1277’de yayımladığı ferman, Türkçe’nin kelime haznesiyle ilgili tepkiye değil, Fars kültürünün Selçukluya derinlemesine nüfuz etmesindendi. Mehmet Bey, dili Selçukluya İran’ın sirayet etme vasıtası görüyordu. Farsça kelimelerin Türkçeye akışı, edebiyatla sınırlı kalırken, Arapça özellikle Hilafetin Osmanlı’ya geçmesiyle gümrüksüz olarak geçmiş, Türkçenin parçası olmuştur. Nedim’in “Bu şehr-i Sitanbûl ki bî-misl ü behâdır/ Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedadır.” demesi, sadece Osmanlı Devleti ve başkenti İstanbul’u övmez. Aynı zamanda, Türk edebiyatının Fars edebiyatını geçtiğine dair bir zaferi terennüm eder ki önceki asırlarda da bu meydan okuyuşun nüveleri vardır.Bu meydan okuma, Selimiye Camii’nin mimari alanda Bizans’a ve İran’a meydan okumasına benzerdir.
Türkçenin stratejik olarak bütünleştirici gücü, Malazgirt Meydan Savaşında Hem Alparslan hem de Romen Diyojen tarafında olan ve Türkçeyle anlaşıp, Bizans’a karşı birleşen insanlarda görülebilir. Dahası, Osmanlı Devleti kurulmadan önce, Kaşgarlı Mahmut, dönemin bütün klasik ilimleri yanında Arapça ve Farsça öğrenmiş, 15 yıl boyunca Türklerin yaşadığı bütün illeri, şehirleri, obaları, dağları ve çölleri dolaşmış ve Araplara Türkçe öğrenmek amacıyla bir Türkçe Sözlük yazmıştı. Bu sözlüğün bir güzel yanı da, o dönemki Türkçenin farklı lehçelerini, şivelerini de barındırıyor olmasıydı. Dolayısıyla kelimelerle dile gelen farklı antropolojik öğeleri içinde barındırıyordu.
Doğu Türkistanlı Uygur kökenli olan Kaşgarlı Mahmut, Türklerin bulunduğu bölgeleri gezmiş, ana dili olan Türkçenin bütün lehçelerini yerlerinde öğrenmiş, geleneklerini, göreneklerini yakından izlemişti. Onun inancına göre, Türkçe zamanla çok önem kazanacaktı. Bu nedenle, Arapların da Türkçeyi öğrenmesi gerekecekti. Kaşgarlı bu iddialarla Türkçe Sözlük’ü yazdığında, Arapça dil çalışmaları ciddi mesafe katmış, hem kadim Arap coğrafyasında ve hassaten Endülüs’te çok önemli dilbilim, felsefe, ilahiyat, astronomi, sosyoloji, tıp eserleri verilmişti. Türkçeyi öğrenmeyi salık verirken, Kaşgarlı bir kehanette bulunurcasına bu dili konuşanların gelecekteki tarihsel rollerinden bahsediyordu ki zamanla da olmuştur.
Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey, aslında Devleti de sonraki aşamalardaki haliyle bilmezdi. Yunus’un Türkçesiyle, Selçuklu dönemindeki Türkçesiyle konuşur, Selçuklu Devleti dağıldıktan sonra paramparça olan Türk beyliklerini bir araya getirme ve yeniden “Devlet” olma ve “Kızıl Elma” ihdas etmek çabası vardı. Şeyh Edebali’nin Osman Bey’e olan nasihatinde, hem Osman Bey’e ve onun izleyeceği yol haritasına hem de Türkçenin o günkü haline dair göstergeler aşikârdır.
Osmanlı kendini “imparatorluk” olarak değil, “Devlet-i Âli Osmanî” yani Yüce Osmanlı Devleti olarak bilirdi. “Osmanlı İmparatorluğu” ya da “Türk İmparatorluğu” ifadeleri Batı’nın Osmanlıyı tanımlamada kullandığı dil oldu. Osman Bey’in o dönemki devleti zaten beylikten ibaret ve sınırlı bir alanı kapsıyordu. Dolayısıyla, kullandığı Türkçe Selçuklunun Anadolu’da kullandığı Türkçe, yaşadığı coğrafya da belki kendinin de hayal etmediği kadar sonradan büyümesiyle fonetik, semantik bazen de morfolojik olarak değişikler geçirerek gelişti. Beyliğin hem devlet dili, hem günlük hayattaki dili 19. asra kadar genelde edebiyat, özelde şiir, felsefe, dini ilimler, devlet terminolojisi, denizcilik gibi konularda özellikle çok ödünç kelime aldı. Osmanlıca geniş bir coğrafyada aldığı ve verdiği kelimelerle bir tür “Esperanto” yani ortak iletişim dili olarak geliştiğinde, Devlet de aslında sınırlarına dayanmıştı.
İdeolojik Çatışma Alanı Olarak Dil
Türkiye’de dil Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinden itibaren toplumsal-kültürel çatışmaların en belirgin odağı ve aracı olmuştur. Özellikle son yıllarda, konuşan, ama anlatmayan, ventrilog marifetiyle telaffuz edilen bir dil, toplumun farklı katmanlarında dallanıp budaklandı. Siyaset, basın ve devlete nüfuz eden, teolojik referanslarla harmanlanan, mecaz ve telmih yoluyla meram anlatmak isteyen, açıkça söylemeyen, satır, arası okumalara, kelime gölgesi okumalara açık, ama George Orwell’in “çift-düşün” “çift-konuş” esasınca alt metinlerle söylem geliştiren, anıştıran, çağrıştıran bir dil bu.
Siyasal süreçlerin farklı makaslarına göre şekil alan Türkçe, diyalojik nitelikten uzaklaşarak çağrışımların monolojisine evrilir oldu. Bu evirilme sürecinde dil, gitgide teolojik kavramların siyasal kültüre işlendiği döneme girdi. Bir taraftan siyasal iktidar teolojik dile sıkça başvurdu; öte yandan, muhalefet kesimleri, iktidarın anlayacağı “dilden” karşılık vermek, onun hedef kitlesine hitap edebilmek, ya da iktidarı kendi diliyle yaralamak için bilinçli ya da bilinçsiz olarak bu dili içselleştirdi. Sonuç olarak, bu gün TBMM içinde ve dışında yapılan siyaset, farklı teolojik unsurları kendi belagat ambarında öğütür, bu şekilde iç ya da dış kamuoyundan onay ve destek almayı ilkeleştirir hale geldi.
Kısa tarihçesi itibariyle, Türkçedeki değişim Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişin kurumsal bir devamı olarak 1932’de gündeme gelmiş, 1936’da bazı tarafları törpülenmiş, 1950’lerde yeniden gözden geçirilmiş, 1982’de Türk Dil Kurumu’nun kaldırılmasıyla “arı dil” çalışmaları resmen sona ermiştir. 1980’lerde “ideolojik devlet cihazı” olmaktan çıkan “öz Türkçe” dil, basın ve yayın organlarında etkisini sürdürmüştür.
Bu süreç içinde dil, toplumdaki ideolojik çatışmaların aynası olmuştur. Gazete, dergi ve genel okuyucu kitaplarından, ders kitaplarına, radyo ve televizyondan sokağın diline, resmi yazışmalardan, sanal yazışmalara kadar, her toplumsal değişim dile yansımıştır. Bu yansımalar sadece siyasi eğilimleri değil, aynı zamanda “sağ-sol” kamplaşmasında belirgin sınır taşlarını oluşturmuştur. Misal” ya da “örnek,” “cevap” ya da “yanıt” vermenize göre, bir ideolojik tarafa mensubiyeti ifade eder olmuştur dil. 2000’li yıllarda ise, dil giderek bir şifreli kimlik tanımlama aracına dönüşmüştür. Öte yandan, yakın tarih üzerinden yapılan günlük siyasi hesaplaşmalar, hem Türkçedeki dilbilimsel nüansların kullanımı hem de siyasette ayet ve hadislerin alıntılanmasıyla, Hıristiyan ve İslam tarihine yapılan atıflarla teolojik bir hüviyete bürünmüştür. The Cemaatin dili böyle bir siyasal, güncel ve şifreli dil kültürü geliştirmiştir.
Nitekim dinleyen herkese hitap eden söylemleri içermek bir yana, aynı cümleler içine giydirilmiş, ama farklı muhatapları gözeterek kullanılan remizlerin dili oldu Türkçe. “Taraftar” kesime dinlemesi ve içselleştirmesi için tartışılmaz “hakikatler” içeren mesaj oluyor. “Muhalif” kesime ise, kendini ele vermek istemeyen, ama aba altından sopa gösteren, anlamak istediğiniz zaman hemen başka bir anlamla köşe kapmaca oynayıveren, ama nadiren bir anlama park edilebilen, kinayeli, tevriyeli bir dil. Şifreleri, kelime kadrosu itibariyle aynı olan, ama farklı zihinsel deşifre haritaları çizen bir dil bu... O nedenledir ki, anlaşılması en kolay kavramlar, şifre-deşifre sürecinde çok farklı etkiler yapmakta, anlatma-anlamadaki diyaloğu bozarak, monolojik bir kapalılığa mahkûm etmektedir. Sonuç olarak, iletişim kopmakta, farklı kesimler--dil ile gelen anlamı tartışmak, ortak anlamı bulmak yerine-- kendi anlamını tekelleştirip, yorumundan başlı başına yeniden bir dil yaratmak hevesine kapılmaktadır.
Ayrışmalar önceleri, Osmanlı tarihsel mirasına sitayiş ya da Türkiye Cumhuriyeti ilkelerine sahiplenme türünden oluyordu. Milliyetçi-muhafazakâr kesim kadim Türkçeyi sahiplendi; Osmanlı’dan miras kalan Türkçenin yapısına, Osmanlıcada Türkçe olmayan unsurlar da dâhil olmak üzere sahip çıkmayı siyasi bir duruş ve tarih bilinci olarak gördü. Kemalist-ulusalcı kesim ise, modern “arı” Türkçeyi tercih etti çünkü klasik Türkçe Osmanlı’ya ait unsurları içeriyordu, hâlbuki genç Cumhuriyet—nasıl kendi parasını kullanıyorsa—kendi dilini de oluşturmalı, kendi kimliğini Osmanlı kimliğinden ayırmalıydı. Türkçenin devlet dili olarak sağlam milli temellere oturması amaçlanmıştı.Millet nasıl Türkiye’ye sığdırılmışsa, Türkçe de Türkiye içindeki sınırlara hapsedilen bir kadük Osmanlıca olmuştu.
Cumhuriyet’in “dil devrimi” için pek çok gerekçesi vardı.Öncelikle, Cumhuriyetin lisanı yaralıydı. Devrimlerin bir devamı olarak klasik Türkçenin “tasfiyesi,” Arapça ve Farsça etkisinden kurtulması, imparatorluğun “ümmet” dilinden sıyrılması ve “milletin” öz diline dönmesi gerekiyordu. Dil ve alfabe devrimlerinin temel amacı, içindeki çelişkilerine rağmen bu hedefe hizmet ediyordu. Cumhuriyet tarihsel ve siyasal açıdan yalnızlaşmış, Osmanlı tebaası--Müslüman toplumlar dâhil—birbiri ardına bağımsızlıklarını ilan etmiş, Osmanlı karşıtı güçlerle ittifaktan da çekinmemişlerdi. Osmanlı Devleti’nin Halife nezdinde elinde tuttuğu ümmet birliği tamamen dağılmış, üstelik bazı Müslüman ülkeler, Osmanlı haritasında cirit atan müstemlekeci İngiltere ve Fransa gibi devletlerle Osmanlı aleyhine işbirliği yapmıştı. İstiklâl Savaşında bağımsız kalabilen tek Müslüman ülke olan Türkiye, Batılı ülkelerin işgal güçlerini geri püskürtmüş, büyük kayıplar ve yaralarla Osmanlı Devleti’nin küllerinden yeniden dirilmişti.
Ancak savaş kazanılmasına ve yeni devlet kurulmasına rağmen, daha önceki askeri saldırıların stratejik devamı olarak Batı’da “bilimsel” ve siyasal bazı tezler, Türklerin Anadolu’nu “yerli halkı” olmadığını, “Anadolu’dan atılması” gerektiği konusunu gündemde tutmuştu. Yalnızlığını derinden hisseden Cumhuriyet, artık anlamsızlaştığını hissettiği “ümmet” birliğinden vazgeçerek, dili, tarihi ve dolayısıyla kültürü “millîleştirmek suretiyle, kendi kimliğini ortaya çıkarmak istedi.
Zaten savaşların nesiller boyu devam edecek travması yaşanırken bu Anadolu’dan çıkarılma endişesi, eski travmaları hafızalarda yeniler durumdaydı. O halde, askeri olduğu gibi kadar “bilimsel” propaganda savaşının da kazanılması, Batılı tezlere karşılık olarak Türk dil ve tarihinin “karşı-bilimsel” verilerle mücadele etmesi gerekiyordu. Ahmet Cevat Emre’nin itirazlarına rağmen, olumlu “psikolojik” etkilerine binaen kabul edilen Viyanalı Dr. Hermann F. Kvergić’in “güneş dil teorisi” bu amaca hizmet etmek içindi.
Bir yandan tarihsel-kültürel bağları olan Osmanlı tebaası ülkelerden kopuşun getirdiği psikoloji, diğer yandan yönünü çevirmek istediği “muasır” medeniyetin siyasal gerekleri vardı. Batılı ülkeler devlet ve kültürü “millet” esasına göre yapılandırmıştı. Böylece Cumhuriyet, dilinin millileşmesini de, kültürel millileşmenin bir tamamlayıcı parçası olarak uygulamaya koydu. Dil devriminde klasik Türkçe (Osmanlıca) bir yana bırakılırken bu kopuşun izleri belirginleşti. Osmanlı’yı “hasta adam”dan ölüme götüren kültürün kullandığı Latince alfabesinin kabul edilmesi ise, bu uygulama içindeki çelişki ve gerekçeleri eşzamanlı olarak içinde barındırıyordu.
Bugün de ülkemiz siyasetindeki en büyük açmaz, hem kendi dilimizde var olan hem de başka dillerden dilimize giren anahtar kelimelerde toplumsal mutabakata dayalı bir anlam bütünlüğü olmamasıdır: demokrasi, devlet, laiklik, hürriyet, eşitlik, serbestlik, hukuk, adalet, itaat, esaret kelimeleri bunların başında gelmektedir. Kelimeler, arkasına yaşanmış tarihçeyi almayınca, hangi dilden geliyorsa o milletin ya da dili konuşanın tecrübesi ve anlam gölgeleriyle gelmektedir. Tercüme yoluyla giren kelimeler ve onların kapsadığı kavramlar, o kelime kimlerin vasıtasıyla ve kimin iradesi doğrultusunda olmasını istediyse, o şekilde anlam geliştirmektedir. Dolayısıyla, dilin içinde ayrı diller oluşmakta ve her bir ayrı yorum kendi başına otokratik bir dile dönüşerek, diğer dillere tahakküm etmek istemektedir. Bu diller bazen siyasetin kucağında, bazen siyasetin tacında, bazen belli kesimlerin sultası altında yer almış; mutabakata, müsamahaya, etkileşime ve hatta kendi içindeki değişik unsurların varlığına bile tahammülü olmayan duruma gelmişlerdir.
Siyasetin Dili
Siyasetin ve hitabetin dili açık, net ve dünyevi olmalıdır. Hâlbuki Türkiye’de hüküm süren dil, anti-demokratik siyasetin olduğu yer ve zamanlarda kullanılan türden. Dil ve dudak arasında, dudak ya da niyet okumalarla kendini gösteren dil demokrasiyi geliştiremez. Siyasetin dili teolojik mecazlar ve telmihlerle bezeli, yarı kapalı, dine rağmen dinsel suiistimale açık olabilen yapıdadır. The Cemaatin dili buna en güzel örnek teşkil etmektedir. Olayları “seküler” bir mantıkla konuşmak, tartışmak yerine, belagat mahzenlerinde yıllanan, Efesli “Yedi Uyuyanların” tarihçelerini kendi mantığına göre güncelleyen, günümüze uyarlayan, günümüzdeki kavgaları tarih üzerinden hesaplaşmaya götüren, stratejinin “kuvvet dengelerini” gözeterek polemiğe soktuğu dil. Kıyasıya bir “ezber bozma” edebiyatı yaparken, kendince “put kırma” hevesine kapılıp, ezberden robot resmi çizdiği putları kırarken, yerine kendi putlarını ikame etmeye çalışan bir dil.
Günümüzde, insanlar siyasi söylemle dini hitabeti birbirine karıştırmaktadırlar. “Yusufiye Medresesinde” pişen eski Başbakan Erdoğan ve AKP şahsında sıklıkla “Asr-ı Saadet” telmihleri ortaya konuldu. Asr-ı Saadet, Müslümanların bilinçaltında adalet ve demokrasi, eşitlik ve hukuk açısından “altın çağ” olarak yer almıştır. Öte yandan, sabık Başbakan Erdoğan’ı “Firavun’un sarayında büyüyen Musa”ya benzeten bir gazeteci-yazarın dünyayı algısı, Amerikan Püritenlerinin dünyaya bakışından farklı değildir. The Cemaatin dilinde ise Erdoğan birdenbire “Firavun” olmuş, “Hitler” olmuş, “Tiran” olmuştur.
Bu da siyah-beyaz, şer-hayır, onlar-biz eksenine oturmaktadır. Püritenler Amerika’yı cennete, kendilerini Âdem ve Havva’ya benzetirken, Amerika’nın yerli halkını da “şeytan” la özdeşleştirerek, Kutsal Kitap’taki bir anlatıyı kendi tarihsel serüvenlerini açıklamada kullandılar. Bunun adına da “İlahi tasarım” dediler. O halde, “Musa” benzetmesinin diğer unsurlarını da oraya koymak lazımdır. Firavun’un sarayı Türkiye Cumhuriyeti ise, Firavun kim olmaktadır? Ayrıca, “Deccal” diye yaftalanan tarihi şahsiyetlerin, karşısında olanlar acaba neyi temsil etmektedirler? “Tecahül-ü arifane,” bir edebi sanat olmaktan çıkmış, Türkiye siyasetinin irfanını ve edebini tüketir hale gelmiştir.
Dahası, sabık Başbakan Necmettin Erbakan’ın ifadesiyle, bir partiye oy vermek kendi başına bir iman meselesi haline gelmektedir. Ya da bir partiye oy verince, insanlar Siyonizm destekçisi olabildiği gibi, vatana hıyanet derecesinde suçlanmaktadır. Bir başka parti bu telmih kervanına tarihten, gelişigüzel seçilen örneklerle katılmaktadır. Damat Ferit ya da Tanzimat Fermanına atıflar çoğalmakta, bir yandan da hükümetin “açılımlarını” Hudeybiye Antlaşması gibi tanımlayanlar çıkmaktadır. Öte yandan, “Medine Vesikası” hala kulaklarda yankılanmaktadır. Meçhul “zalimler” anıtının açılışını yapacak birileri ise, harcıâlem belagat siyaseti içinde her zaman olageldi. The Cemaat için zaten her dönem bir ayrı Hudeybiye Anlaşması olarak algılanmıştır.
Bu tarz dini söylemlerle dünyevi olayların açıklanması toplumun farklı katmanlarında, domino etkisiyle yeni tartışılmazları ortaya çıkarmaktadır. Siyasi meseleleri,sıkıntıları çağrışımlar ve göndermeler yoluyla, bazen tarihsel olaylara telmihler yaparak, haldeki olaylara tesettürlü yorumlar getirmenin dili çözüme katkıda bulunmak şöyle dursun, problemin parçası ve yenilerinin katalizörü olmaktadır. Siyaset erbabından, köşe yazarlarına, cemaat liderlerine, akademisyenlerden basın patronlarına kadar kullanılan bu dil ya korkunun, art niyetin ya da iz bırakmadan suda yürümenin, karanlıktan yumruk atmanın veya kaostan çıkan çekincenin dilidir.
Muhalif sesler oldukça, “Allah akıl fikir versin!” türü yaklaşımlardan tutun, “Rabbim bana Cleveland dedi”ye kadar uzanan bir renkli gelenek oluştu AKP cephesinde. Yıllar önce, Genç Parti sabık Başkanı Cem Uzan öfkelenince, Aşil’in topuğundan vurma taktiğiyle iktidara yaklaşmış ve meydanlarda “Allahsız!” diye Başbakan’a yüklenmişti. Günceli tanımlamada telmihin devreye girmesi, onu anlamlı kılar gibi görünse de aslında, sadece telmih üzerinden konunun çetrefilli hal almasına yol açıyordu.
Bununla da bitmiyor tabi ki. Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir ve eski DTP milletvekilleri, gözaltına alınan belediye başkanları ilgili bir basın toplantısı yaptı ve küfürlü konuşmuşlardı. Daha sonra Baydemir, hem iktidarın hem de ona oy verenlerin anlayacağını düşündüğü dilden, konuşmasına Nisa Suresinden ayetler okuyarak devam etti: “'Allah, ağır ve inciten sözlerin açıktan söylenmesini hiç sevmez, ancak söyleyen zulme uğramışsa o başka. Allah her şeyi hakkıyla işitir ve görür.” Bir başka örnekte, yine ayetlerden iktibas yaparak muhalefete iktidar partisi “onlar kördür, sağırdır, dilsizdir ve iman etmezler” mealinde ayetleri okuyarak etti, muhalefet başka bir vesile ile aynı ayetlere atıfla iktidarı eleştirdi. Sıffîn Savaşındaki gibi, siyasi mızrakların uçlarında ayetler uçuşurken, “Allah’ın ayetlerini az pahaya satmayınız!” ayetini suiistimalleri anlatmak için kullanıldı.
Dilin cemaatleşmesi, cemaatin kripto siyasallaşması bir başka konudur. “Takva”nın “takiyye” derecesiyle at başı gittiği zamanlarda yaşıyoruz. Fetullah Gülen’in, cemaat lideri olduğunun bile avukatlar vasıtasıyla tekzip edildiği, hatta cemaat diye bir şeyin olmadığına, siyasetin derinlerinde dahi olmadığına inanmamız gereken bir Türkiye’de yaşıyoruz. Dahası bu cemaat lideri--hakkında yazılan kitaplarda ifade edildiği gibi-- “hicret” etmiş, yanına “ashap” gibi insanları almışsa, “her peygamber” gibi ülkesinden “hicret” etmiş ise, acaba Hz. Muhammed’in bu sözlerle kemikleri sızlamıyor mu? Putları kıran Hz. İbrahim, yerine hangi “put”ları koymuştur? “Ecmain!” demek cemaat mensubiyetini ifade ederken, “cümleten!” diyenler farkına varmadan dışarıda kalmışlığı açığa vurmakta, “tesadüf” deyince “onlardan” “tevafuk” deyince bizdenlik remzi olmaktadır.
Diğer örnek, Rum cemaati liderinden… Fener Rum Ortodoks Kilisesi Patriği Barthelemeos’un yıllarca önce yaptığı ve bazen de tekrar ettiği açıklamaları bu dilin yeni bir örneğini ortaya koymuştur. Gündemi ve siyasi söylemlerin büründüğü dini kılıfları iyi takip eden Barthelemeos, dini bir telmihle siyasi gündeme yeniden girdi. Uzun zamandan beri “ekümeniklik” meselesini gündemde tutan ve bunu basit bir kazanılmış hakkın iadesi olarak gören Patrik Barthelemeos Amerikan CBS televizyonu muhabiriyle yaptığı konuşmada Türkiye’de “çarmıha gerilmiş” gibi hissettiklerini ifade etti. Bu konuşmanın Türkiye’de yankı bulması üzerine ise, “bütün dillerde bu tür deyimler vardır ve dar söylemleriyle değil, o dilde yüklenen anlamıyla değerlendirilir” diye açıklama yaptı.
Bu konuşmada niyet okumanın çok ötesinde güçlü atıflar vardı. Amerikan CBC televizyonu Yeni-Muhafazakâr ideolojiye destek vermesiyle bilinir. Muhtemelen “evde” hissetmenin rahatlığıydı Patrik Hazretlerine “çarmıh” olayını hatırlatan. Türkiye’den bahisle, “bazen çarmıha gerilsek de burada kalmayı tercih ediyoruz,” diyor önce. Bu sözler üzerine sunucu, “Kendinizi çarmıha gerilmiş gibi mi hissediyorsunuz?” diye sorunca Patrik “Evet!” yanıtını veriyor.
Peki, bu telmihin arkasında yatan tarihi olay neydi? Çarmıh’ın “Tanrı ve Tanrının oğlu” İsa ile bağlantısı ve Roma İmparatorluğu’nun despotik tarzda hem İsa’yı hem de İlk Hıristiyanları zulme maruz bırakması. Roma İmparatorluğu, daha ilk çağlarında Hıristiyanlığı baskı, işkence ve zulümlere tabi tutması, Hıristiyanlıkla mücadelesi İsa’yla başlamıştı Roma’nın. Hıristiyanlık inancına göre “Tanrı” ve “Tanrı’nın oğlu” olan Nasıra’lı İsa’nın çarmıha gerilmiş olması (M. 33), sonraki zamanlarda Roma’ya karşı oluşan pasif direnişin bayrağı yaptı İsa’yı.
Önceleri barışçı sözleriyle, sonra bu uğurda ölümüyle İsa, trajik bir hatıranın mazlum sembolü olmakla kalmadı, havarileri ve takipçileriyle yüzyıllarca süren tedrici bir direniş psikolojisinin işaret fişeği oldu. Roma’nın siyasi ve askeri gücüne, Musevilerin yerleşik ve etkin dini kültürüne, alışılagelmiş hiyerarşileri hiçe sayan bir anarşist tavrıyla yaklaşan İsa’nın, haksız bir şekilde, dalavereyle mahkûm edilmesi, iki bin yıllık bir inancın kilit taşını oluştururken, mazlum hisseden insanların, zulme tabi olan kitlelerin hem merhametini hem hıncını çelikleştirdi. Çarmıh, eski mitolojilerden gelen bir sembolken, Hıristiyanlıkta İsa’yla özdeşleşen, zulme karşı direniş ve diğerkâmlığın zihinlere çivilenen direği oldu. Peki, aleni olan meçhul anlamını Türkiye Cumhuriyetine nasıl uygulamak lazımdır? Gerçekleri ne kadar yansıtmaktadır? Yoksa gerçek de çarmıha mı gerilmektedir?
Son olarak Muharrem üzerinden yapılan teolojik siyaset var. CHP eski lideri Deniz Baykal, Muharrem vesilesiyle konuşma yaparken, 'Mezhebi, cemaati ne olursa olsun dünyanın her yerindeki Müslümanlar bu duyguları saygıyla paylaşıyorlardır' dedi. Tarihsel trajediye kısaca değinen Baykal, ardından 'Bu facia, ne yazık ki noktalanmış, bitmiş, insanlığın hafızasından kopup gitmesine fırsat verilmiş bir facia olmanın ötesinde bir anlam yaşıyor. Ne yazık ki, ehlibeytin maruz kaldığı facianın o kadar dramatik olmasa da başka türlerini hala bu süreç içinde zaman zaman yer yer yaşamak durumunda kalıyoruz. Facialar ve zulüm devam ediyor. İnsanlık buna tepki gösterme ihtiyacını hissediyor. Ne yazık ki, Muaviyeler, Yezitler bitmedi” derken, günlük siyasete imalı göndermeler yapmıştır. Alevi karşıtlığını, “Muaviyeler ve Yezitler” diye ifade eden Baykal’ın son günlerde “Cemevi-mescid” bağlamında konuya yaklaştığı açıktır. Arkasından gelen cümle ise, doğrudan Türkiye gündemini yorumlamaktadır: “Tiranlık, zorbalık ve ihanete karşı soyluluğun, adaletin ve fedakârlığın yükselen sancağı olan Kerbelâ’da yaşananlardan bugüne uzanan mesaj, emanete riayet, vefa, izan ve adalet duygusundan asla ayrılmamamız gerektiğidir.”
Sembolleşen, sloganlaşan dil tartışılmaz, ancak tampon çıkartmalarına malzeme olur. Demokratik tartışma ortam ve zemini ancak net bir dille ve ortaya konan fikirlerle olacaktır. Bir yanda AB’ye girme çabaları sadece iç siyaset tahterevallisine dönmekte, öte yandan “Avrupalı olmak istiyoruz!” belagati ile Asya’ya özgü, kapalı tarzda beyanatlar devam etmektedir. Siyaset aktörlerinin geneli için geçerli olan bu tavır, tarihi ve siyasi bir yığın meseleyi uluorta zarf atma tarzında ortaya salıvermektedir sonra da izlemeye alıp etkilerini ölçmeye çalışmaktadırlar. Bir fıkra ya da mesel içinden, keyfe keder anlam çıkarmak tarzında demokratik tavır ve mücadele çıkmayacağı açıktır. Bilimsellikten ve diyalojik müzakereden uzak tarzda tartışmaya açılan konular, bilgi çarpıtma ve propaganda malzemesine dönüşmekte, taraflar birbirinden “koz” kapmaya, karşı tarafa künde attırmaya çalışmaktadırlar.
Uzun zamandan beri, laiklik tartışması yapılırken tekrarlanan bir algı, laikliğin, din ile devletin ayrışması” olduğudur. Asıl unutulan ise, siyasetin dinileşmesi, dinin siyasileşmesi, dilinin dinileşmesi, mantığının ülke çıkarları ve kucaklayıcı üslupla değil, siyasileşen bir teolojik söylemle oluşmasıdır. Yanlış olan, toplumca tasvip edilmeyen şeye “günah” demek dini, “ayıp” demek töresel, “kabahat” kişisel,” “kusur” teknik, “suç” demek yasal bir tanımlama olur. Devletin dilinde, ayıp ve günahın yeri yoktur, bir şey yasal ya da suçtur—ki bu seküler mantığın basit bir sonucudur. Ve aslında güzel dindarlar olmanın yolu da bu ayrımı yapmaktan geçiyor.
Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —