Eskilere giden bir kuşatma aslında. Son dönem Osmanlıdan TC dönemindeki Gladyö’yeye ve onun farklı tezahürlerine kadar aynı hat üzerinde devam eden bir örgütlenme biçimi. Millet olma bilinciyle hareket etmek yerine, kabile çıkarlarını milletin sırtından sağlama hezeyanının bir yansıması Paralel Yapı da öyle. Milli derin devlet sığlaştıkça başını gösteren, milli olan unsurları da milli görünerek kendine benzeten, onların yerine kendini ikâme eden kuşatmalar çok oldu.
Milliyetçilere dil ile, muhafazakârlara din ile, Batıcı ve laiklere Mustafa Kemal ile, Osmanlıcıya da Osmanlıya dair ne varsa suretine taşıyarak yaklaşan, dışarıda ise ultra liberal her telden çalabilen bir yapı. Rahatlıkla yabancı isimler alabilen, onlarla kendi meşreblerine göre iletişim kurarak ve her iletişim, “diyalog” kapsamında olunca ödül de alan bir yapı.
Kendi haricinde herkese ve herşeye düşman, ama herkese ve herşeye gülümseyen bir yüzü var Paralel Yapının. Kendini hoş göstermek için, hoşgörü katalizörü ile, gerekirse, kutsalları da muhatabına göre eğip bükerek, içerde yanlış dediklerini, dışarda olumlayarak bir ideolojik piramid yapısı. Meselâ rahmetli Ecevit’i yüzüne karşı iltifatlara boğan, hatta nerdeyse Osmanlı şehzadesi mesabesine yükselten, ama gıyabında “bu adam münafık!” diyen bir yapı. Meselâ, “onlara hakkımı helâl” etmiyorum!” diyen Muhsin Yazıcıoğlu’nun iyi niyetini önce hayattayken sonra da suikaste kurban gitmesinden sonra kullanma mahareti gösteren bir Paralel Yapı.
Tütün içmeyi “haram”laştıran, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin ülke yönetimine el koyduğu 12 Eylül 1980'de komuta kademesinde bulunan Milli Güvenlik Konseyi üyesi Sedat Celasun’un, nasılsa 90’lı yılllarda Paralel Yapının liderinin İstanbul’da kaldığı dairenin tam altında hemen her gün kaldığı, ASAL kanalıyla hatırlı iş takipleri yaptığı zamanlarda büyük maddi ve manevi taltiflerle pürosunu tüttürmesi konusunda “çıt” bile çıkmasına izin vermeyen bir yapı. Gerektiği zaman füruata, gerektiği zaman da teferruata müracaat edebilen ve ikisinde de aynı heyecanla davranabilen bir yapı. Sagaları kendinden, togaları Roma’dan yapı. Bir yandan, özgüveni bile şeytani gören, bir yandan da devletle aşık atacak kadar özgüveni bir emirle ortaya koyabilen bir yapı.
Her bir şeyi te’vil etmek Paralel Yapının maharetlerindendir. TV’lerde Mustafa Kemâl’in ne kadar “önemli” ve “kahraman” olduğunu söyleyen, ama kendi içinde onu Said-i Nursi ve din düşmanı ilan edebilen ve Cumhuriyet döneminde yapılan herşeyi yanlışlardan ibaret gören, Mustafa Kemâl’in, nasılsa aile şeceresini bulmakta zorlanıp, bıyık altından gülen, Anıtkabir’e “ayak yolu” diyen, BBP’den CHP’ye kadar salınabilen, aynı zamanda hem CHP’ye hem BBY’ye ayrı ayrı telkinlerde bulunabilen, siyasi partilere eşit hem eşit “uzaklıkta” hem eşit yakınlıkta olabilen, bukalemun tabiatlı bir Paralel Yapı. Bu değişkenlikle sadece Türkiye içinde değil, aynı zamanda Türkiye dışında da arazi olma becerisiyle, araziye kendi rengini verme çabasında olan bir Paralel Yapı. Ve aklı zaten, kışlanın dışında bırakmak üzerine kurulu, kullanımda olan kısmıyla sadece “koşturması” gereken, aklına yatmayan herşeyi de “hikmet” ve “himmet” bilinciyle tasdik eden yapı. Herşey, her yolun Roma’ya çıkması içindi.
Paralel Yapının liderliğinin renkli doğası ona inanan kitleyi anında yönledirebilmekte, en nefret ettiğini en sevecen hale sokabilmekte, tersini de yapabilmektedir. Zaten “itaat”le memur olan kitle ise, ondan gelen ne varsa “Nass” hükmünde görmektedir. Dahası, ona “yakın” olanlar da aynı hüküm doğrultusunda algılabilmekte, onun “iç çamaşırını yıkadığı” için birileri devamlı bir koruma ve terfi hâlesi içinde olabilmektedir. Örgütün lideri—kendini sıkça “Kıtmîr” olarak adlandırsa da, uyuyan kitlenin bekçiliğine işaret etse de, zamanı gelince alınacak intikamları, güç dengelerini gözeterek beklese de, “lider” yerine kendine “hizmetkâr” dese de, kitle içinde kendine yüksek sesle yapılan kasideleri rahatça kabul etmektedir. Onun, “cennetlik yüz görmek isterseniz, bu arkaşınıza bakın!” dediği insan doğrudan cennetle müjdelenmiş olmaktadır.
Örgüt lideri, ABD’ye giderse adı “Hicret,” yanındakiler, “ashap” olabilmekte, ona “ihanet” eden bir isim çıkarsa o da İsa’ya ihanet eden “İskariyot” olabilmektedir. “Küçük Dünya”nın büyük hezeyanları içinde Mehdi ile Mesih arasında bir yerde, Mesih’e yakın olarak konumlanmaktadır.Dahası, gerektiğinde “Nurcu” olmadığını ya da Kur’an ayetlerinin bazılarının “çok sert” olduğunu ifade edebilmekte, “İbrahimi” dinler konusunda çok ateşli sözler edebilmekte, çıkardığı dergilerinde çarmıhta can şekişen İsa figürünü kapak yapıp, “Tüm Dünya Onu bekliyor” diye yazabilmektedir. Öte yandan, dinler tarihindeki Musa ve Firavun ilişkisi yer değiştirerek aynı insan için kullanılabilmektedir. Yani TC Firavun sarayı, eski Başbakan Erdoğan “Musa” olabilmekte, ama Erdoğan, yapılanları farkedip önlem aldığında hemen “Firavun” olabilmektedir. Paralel Yapının kendine özgü haram ve helalleri vardır ve o da duruma göre, kişilere göre değişkenlik arzeder.
Ne Tevrat’taki İbrahim Kur’an’daki İbrahim ne de İncil’deki İsa Kur’an’daki İsa gibidir. Ancak bu farklar, Paralel Yapı için önemli de değildir. Ve ne yazarsa yazsın ya da söylesin, bağlayıcılığı ancak konjönktür kadar olan bir Paralel Yapıdır bu. Gerekirse, Cebrail’e rest çekebilen, siyasetten uzak kalmak çabası, gerekirse de “mezardaki” ölüleri Mesif maharetiyle diriltircesine referandumda oy kullanmaya çağıran bir Paralel Yapı. Ve siyasetin en derin dehlizlerinde iken, hâlâ “siyaset bizim işimiz değil!” diyebilme tüluatı. Referandum döneminden beri yaşanan onca şeye rağmen, seçimlerdeki, yumurtalarından daha fazla gıdaklama iddialarıyla yapılan siyasetin daniskası. Elini verenin kolunu kurtarmaktan çekindiği bir Dr. Jeykll ve Mr. Hyde yapılanması.
Muaviye’ye söz söyletmeyen, ama aynı zamanda Aleviliğe çıkar için göz kırpan, elit Alevilerle iş tutan, gerekirse, cami yaptırdığı vaki olmasa da, cem evleri açma sözlerini kullanabilen, çok eskiden beri “komünist” düşmanı, ama basından solculara özel gömleklerle ve sair “hediyelerle” ve iltifatlarla kanca atmayı becerebilen, rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’ndan Oktay Ekşi’ye kadar çok farklı kesimlerden insanları ayrı küfeler olarak kendi yumurtalarını taşıtma hedefini güden bir Paralel Yapı. Çevik Bir’i neredeyse örten ama, eski GK Başkanı İlker Başbuğ’u “Ergenekoncu” yaftasıyla mahkum ettirebilen bir Paralel yapı. Dahası, 9/11 olaylarından sonra Amerika’da Pakistan’lı Müslümanları “radikal” diye gammazlayabilen, bu vesile ile ABD derin devletinin gözüne girmeyi becerebilen, Bosna’da TC Devletinin önce yardımlarıyla büyüyen sonra da aleyhinde bulunmayı aynı cümleden görebilen bir Paralel Yapı. Birden nasılsa Hırant Dink’i hatırlayan, ama Mahcupyan’ı misyonu bitince dışlayan bir yapı.
Mensuplarının her birinin sadece enstrümental varlığı olan Paralel Yapı, Paralel Yapıya “hizmet”i ve “himmeti” kadar anlamlı ve o bittiği anda, yeni bir çıkar dalgasına sörf tahtasını atan, bazen de “Amentü gemisi”yle yeni kürekçileriyle okyanusa açılan bir yapıdır. Bünyesine farklı ekolleri katıp, zamanla herkesi kendi meşrebinden ve lisanından insanlarla Paralel Yapının parçası yapma çabasında olan bir yapı. Bu anlamda Şia’daki “takiyye,” Sünni ekoldeki “maslahat” ya da “tedbir” denilen gizlenme ve özel ruhsatları kendine hak gören bir kültik yapıdır Paralel Yapı.
Ve başarısı da aslında, kendini büyütmekten başka bir çiğnenmez kutsalı olmamasından, neredeyse doğallık derecesinde başarılı tiyatro kabiliyetinden geliyor. Ve bu yapı içinde zaten herkes “entrümental” bir konumda: lideri haricinde, hiyerarşi kademelerinde herkes, en üst liderine kadar insan kullanma metoduyla, aslında insanı dışlayan,ama insanlarla örülen bir piramit yapısını andırıyor. İçerdeki herkesin ve herşeyin “entsrümental” varlığı zaten dışarıya da daha da şiddetle ama biro kadar da ince siyaset ve rikkatle yansıyor. İnsan kadar, devlet de, hükümet de entsrümental konumda. TC Devleti emrinde ve yardımındaysa övgüler alacak, değilse her türlü ithama müstehak olabilecektir. “Gıybeti” bile ancak kendi zulümlerini örtmek içinde Paralel emelleri doğrultusunda yorumlayarak, konuşanı bir de dini terminolojiyle susturma gayreti içindeki Paralel Yapı. Baykal’dan, MHP’li vekillere, oradan AKP’li vekillere ve üst düzey yetkililere kadar ülkenin isim yapmış siyasi, askeri, medya figürlerini muhasara ve gerekince müdafaa etme görevi üstlenen bir Paralel Yapı. Bırakın dini nikahlı olanları, bazı insanların eşleri ve kızlarının çıplak kayıtlarını alarak ülke siyasetini rehin alan bir Paralel Yapı.
Sadece kendini kutsayan ve sadece kendini büyütme çabasında olan, farklı tıynet, kabiliyet ve eğilimlerde olan insanları, hem ihtiyaçtan hem Cumhuriyetin hem de demokrasinin boşluklarından vakumlayarak alan ve onları düşman gördüğü Devlete enjekte eden bir “kılcal” operasyon mekanizması Paralelci yapı. Sinsilikte üstüne yoktur, karıncaya kamyon yükü yükler karınca farkında olmaz. Ve varlığını gizlemek için varlığına dair herşeyi inkar etmeyi ibadet vecdiyle savunabilen bir yapı.
Amacı ne demokrasi oldu, ne insan hakları Paralel Yapının. Darbe büyütürse darbeden yana, demokrasi büyütürse demokrat; Müslüman büyütecekse İslamcı; sair unsurlar büyütecekse, “diyalogcu” oldu. Ama hiçbir zaman açık, seçik konuşmadı. İkircikli kelamlarla hep şifrelerle konuştu. Hep fısıldadı... Öyle ki adına cemaat bile demedi. Belagat rakkaslığı ile “hizmet”ten “camia”ya kadar her şey oldu. Mensuplarına telkine dilen “ikinci” fıtrat dahi yetersiz kaldı. O fıtrat, Türkiye’de Türk- İslamcı, liberal, pasif agresiften, acayip liberten, vatansızlığı ve dünya vatandaşlığını telkin eden bir kılıfa büründü. Afganistan’da Taliban oldu, Özbekistan’da radikal dinci, Kazakistan’da Kazak’tan çok Ruslara muhabbeti oldu, Türkmenistan’da Türkmenbaşıcı oldu, Azerbaycan’da ise acayip Atatürkçü.
12 Eylülde darbecilerle cilveleşmelerde mahirdi Paralel Yapı. Özal gelince, Özalcı olmuştu. Sonra Çiller Özal’ı topmaya başladığında Çillerci oldular. Sonraları meşru Erbakan hükümetini, “hükümet gitmeli,” “askerler sivillerden daha demokrat” diye darbe işbirlikçiliği yaptılar. Sonra da darbe karşıtlarıyla bir olduklar. Birden 28 Şubat “zulüm” dönemi oldu ve onlar “mağdur” olmuşlardı. Cemokrasiye geçmeye başladık... Bir yanda sızlamalar vardı, bir yanda gazlamalar gizlice.
Sonra 28 Şubatla hesaplaşma başladı. Yani adı öyleydi. Giderek artan bir “ele geçirme” ve dâhili “istilâ psikozu” Türkiye’ye hâkim oldu.Hükümet seçilmişti, ama onlar hükümeti seçicileri olmak istediler. Eski oligarşinin yerini, yeni holigarşi almak çabasına girişti. Öyle bir aşamaya geldi ki artık hükümet içinde hatta hükümet üstünde hükümet olmak hırsına kapıldılar. Hükümetler gelir-geçerdi, o halde onlar kalıcı bürokrasiye yerleşmeliydiler. O da yetmedi, hükümete eski dönemlerde zinde güçlerin yaptığı gibi akıl vermekten yön vermeye kadar hatta rehin almaya götürdüler işi. Artık “bir her yerdeyiz” sendromunu her yere sarkıtmaya başladılar. Geri tepince de gene eski “mağdur” rolüne soyundular. Yani, önceleri reklam ettiler “her yerde” olduklarını. Sonraları yine inkâra başladılar.
Mantık cambazlıklarıyla bunu da meşrulaştırdılar. Bir ara, devletin kendi içinde dönem dönem oligarşiler oluşturan “iç tehdit, dış tehdit konseptleri” vardı. “İrtica”nın kamufle ettiği sermaye ve güç savaşları oldu. Sonra sistem oligarşiden kurtuluyoruz diyerek “holigarşiye” dönüştürüldü.Yani kutsal oligarşi... Öyle ki, Bülent Arınç Gülen için, Gazze meselesi patlak verince “O her zaman doğruyu söylemiştir!” diyebildi.Bu sözün tek muhatabı İslâm tarihinde sadece Hz. Muhammed olmuştu.“Doğrudur” dediği de Başbakan’ın dediklerinin tam tersiydi!
Anlıyoruz, kızılcık şerbeti, alçılı demokrasi. Şimdilerde dış düşmanlar unutuldu. İç düşman konsepti değişti. Bush’un bir zamanlar dediği gibi, “ya bizimlesin ya da bizim düşmanımız!” Yani ya taraf olacaksın ya da bertaraf. Araf’ta kalmanın bile “içtihatta” yeri yok. Cemokrasi öyle emrediyor.
İntikamın kararttığı ruh gözleri bedevîce dönüyor: “Onlar” da yaptılar. Sonra “onlar” herkes olur nagehan! Ne mızrak gizli artık, ne de kılıf kullanmaya hacet duyuyorlardı.Görünen o ki, birileri ittifak kurmuşlar, düşman güçlere cihat ilân etmişlerdi.Türkiye “Dâr-ülHarp,” olunca her hile de “helâl” oluyordu. Haram-helâl kavramlarını taktıklarından değil.İçlerini kurtçuklar kemirse de “Dicle kenarında” kendileri kurt oldular. Zulmün kendini, zalimden daha helâl görmelerinden...
Düşman kim? Sen, ben, o? Sen, ben, o kim? “Bizden” olmayanlar. Ya “biz” kimiz? “Onlar”dan olmayanlar.Ya “onlar” kim? Onlar da bilmiyorlar. Önceleri gömlekleri vardı, gömlekçileri vardı. Ertuğrul Özkök’e “özel gömlek” yaptırıp giydirmişlerdi Gülen’in özel gömlekçisine. Dumanlı bunları öğünerek anlatıyordu. Bir yandan Özkök hayranlığını gizleyemiyordu. Sonraları çömlekçileri oldu, çömlekleri doldu. Susamın kapısını susanlar açıyorlar; ağzını “hayır”a açmayanlar...
Hükümet tek partili derken bakıyorsunuz koalisyona dönüşmüşlerdi.Biri Türkiye’de yaşayan herkese ve her şeye kendince olmadıkça bertaraf etme lâfı ediyor. Diğeri onunla da yetinmiyor. “Mezardaki ölüler bile” yardıma gelsin istiyor. Kendisi “Mesih” ne de olsa! Tek tuşta o da halledilecektir. Tam bir NLP dönemindeydik. Sil, yeni baştan yaz. Unut, yeniden yaz. Yaz, silmeden üstüne yaz.Gözlerini açınca 28 Şubat görüyorlar. Ağızlarını açınca 12 Eylül. Darbecileri önce “cennetle” müjdelemişlerdi. 28 Şubat sürecinde Aydın Doğan’ın kanalı Kanal D’de 28 Şubat işbirlikçiliği de yaptılar.
Yetmedi, adi suçtan yargılanan bir Deniz Kuvvetleri mensubunun yargılanma aşamasında, suçu sabit olmasına rağmen destek mesajları da verdiler.“Kahraman ordumuzun” bir neferine böyle yapılmaması lâzımdı o dönemde.
Biliyorum, her daim bir hikmeti vardır!Hanefi Avcı da çok sevdikleri bir polisti. Holigarşinin işine bazı dedikleri yaradı bir zaman. Ülkesini seven, becerikli bir insan. Lekesizdi hani.Sonra, iki günde birden, linç operasyonu başladı.“Bolşevik” Devriminden sonra Troçki rolünü giydirmek an meselesi. Sahi, Avcı ne diyor ki? Eskiden ülkenin zihinsel ve ideolojik bölünmüşlüğünün sembolü olarak polis ayrışmıştı.Pol-Bir vardı, Pol-Der vardı.Hamdolsun, şimdilerde C-Bir var.Yani bir “üç maymun” hikâyesi izliyorduk.
Bu koalisyonun kendi içinde çatışmalar vardı. Lâkin dışarıya karşı sızdırmazlık ilkesi işliyordu.Paylaşmanın “dayanılmaz hafifliği” ikisini de çok ruhanî yapıyordu.Kendileri haricinde herkes karşı tarafta ve onlar her zaman kötü, kötü niyetli, yanlış. Seçilmiş hükümete sultan kurmaya kadar gitti “ruh ikizi” aldatmacası. Hükümet teyakkuza geçince, o da birden “tu kaka” oldu.
Musa Firavun’un sarayında büyüdü, ama Firavun olmamıştı.Bir yandan Ramazan’da tatlı tatlı asıl cihadın “nefs ile olan cihat” olduğunu anlatırlardı.Bir yandan --bu nasıl bir nefs, ihtiras ise, intikam hırsı ise—hem pençe atıyorlar hem de pençelerinin kirasını istiyorlar. Hadi koro hâlinde, “Yaşasın zalimler için cehennem!” Ve bu yapının ne dediklerini anlamak için aslında sadece kendi arşivlerine bakıp, CHP’ye ne dediklerine bakmak yeterli. Baykal’a dair yazdıklarını hatırlamak yeterli. Hatta MHP liderine ve vekillerine sundukları imajı hatırlamak yeterli. Taraf Gazetesinin o mahut sayılarına bakmak yeterli. Ergenekon sürecinde yaptıklarını hatırlamak yeterli. Nedim Şener’e neler yaptıklarını hatırlamak yeterli. Alacakaranlık kuşağındaki gölge oyunlarını hatırlamak yeterli. Paralel Yapı bir yandan, malikhane zencisi kıyafetleri giyindi, öte yandan aklında olan “zencilik” psikozunu tüm ülkeye yaydı. “Haram lokma yememişlerdi.”
AMEN!