Türkiye, kurulduğundan bugüne bazı büyük inkılaplar dönüşümler gerçekleştirmiştir. Bunlardan ilki ve en büyüğü Mustafa Kemal Atatürk’ün gerçekleştirdiği siyasi ve kültürel inkılaptır. Siyasi inkılap olarak saltanat kaldırılıp cumhuriyet kurulmuş, kültürel inkılap olarak da Türk kültürü temelinde milli bir devlet yaratılmaya çalışılmış ve başarılmıştır. Türkler için bürokraside kullanılan “Etrak-i bi idrakü” (Akılsız Türkler) vasıflandırılmasından sonra, Mustafa Kemal Atatürk tarafından kullanılan “Ne Mutlu Türküm Diyene” ifadesi Türk Milletine kendine güveni telkin etmeye ve ona bir şahsiyet kazandırmaya yönelik bir endişenin tezahürü olmuştur. Türkiye’de ikinci büyük inkılap, 1950 yılında iktidara gelen Adnan Menderes ve ekibi tarafından gerçekleştirilen iktisadi inkılaptır. 1950 yılına kadar devlet ekonomide en büyük paya ve en fazla söz hakkına sahipti. Devletin ekonomideki bu baskı ve hakimiyeti toplumda fertler arasında bir teşebbüs zihniyetinin gelişmesini ve ekonomiyi yönlendirecek bir özel sektörün teşekkülünü neredeyse imkansız hale getirmiştir. Adnan Menderes ekonomide devletin payını küçültmek ve devletin rolünü azaltmanın, buna karşılık özel sektörü ekonominin esas aktörü haline getirmenin kalkınma ve sanayileşmeye bir dinamizm getireceğini görmüştür. Bu anlayış çerçevesinde Türkiye’de gerek altyapı yatırımları gerek zirai üretimde makinenin kullanılması gerekse sınaileşme yolunda yapılan yatırımlarla Türkiye, ehemmiyetli ölçüde kabuk değiştirmişti. Ama yapılanlar toplumda asırlardan beri süre gelen bir ferdi inisiyatif yokluğu ve sınaileşmede batının yaklaşık 150 yıl gerisinde kalmış olmanın getirdiği ve kapalı bir sosyal ve ekonomik durgun yapıyı değiştirmek için tabii ki yeterli değildi. Dolayısıyla Türkiye’nin yeni bir değişim ve inkılap hamlesine ihtiyacı vardı. 1950’lerde başlayıp 1960 darbesiyle kesintiye uğradıktan sonra, 1965 yılındaki A.P iktidarı ile kaldığı yerden devam edilen iktisadi liberalizm faaliyetleri bu 3. değişim ve inkılap hareketlerinin ihtiyaç duyduğu altyapıyı hazırladı. İşte bu altyapı üzerine bu dönüşümü ve inkılabı gerçekleştiren Turgut Özal oldu.
Turgut Özal Türkiye Umumi Efkarı tarafından 1980 kararları vesilesiyle tanınmış olmasına rağmen siyaset ve bürokrasiye yabancı değildi. 1965 seçimlerinden sonra Süleyman Demirel’in danışmanlığını yapmış, 1973 yılından sonra da birkaç yıl Sabancı Holding’te Genel Koordinatör olarak vazife görmüştür. 43. Hükümet döneminde Başbakanlık Müsteşarlığı ve D.P.T Müsteşarlığı vazifesine getirildi. Yani Turgut Özal bürokrasideki bu en yüksek memuriyete gelinceye kadar hem kamu hem de özel sektör içinde aktif şekilde bulunmuş ve her iki sektörün de işleyiş biçimini ekonomideki rol ve fonksiyonlarını ve özel sektörün ekonomideki rol ve yaratıcılığını yaşayarak öğrenmişti. Dolayısıyla 24 Ocak 1980 kararlarını, 20 yıllık bir tecrübe ve birikimin sonunda ve adeta geleceği görerek ve okuyarak hazırlamıştı. 24 Ocak kararlarıyla ekonomi daha fazla liberalleşmiştir. Bu kararlarla devletin ekonomideki payının daha da küçültülmesi öngörülmüş, yıllardan beri siyasetçilerin arpalığı haline gelen ve zararına çalışan birer hantal işletme olan KİT’lerin özelleştirmesi de Özal’la başlamıştır.
Özal, devleti adalet, milli savunma, iç emniyet ve eğitim gibi asli fonksiyonlarına çekerek süt ve yumurta satan bir devlet anlayışına karşı çıkmıştır. Yine bu kararlarla ithalat serbest bırakılmış ve bunun neticesinde yerli sanayinin gelişmesinin yolu açılmıştır. Çünkü o zamana kadar yüksek gümrük duvarları arkasına sığınan özel sektör, ürettiği kalitesiz mamülleri yüksek fiyattan piyasaya satarak, hem vatandaşın mağduriyeti pahasına aşırı şekilde zenginleşmiş böylece adaletsiz bir gelir dengesine yol açmış hem de bu kalitesiz üretim dolayısıyla Türkiye’nin dışarıyla rekabetinin önünü kapatmışlardır. Ülkenin ekonomik bakımdan içe kapanması sadece işletmede hantallığa ve üründe kalite düşüklüğüne yol açmadı. Bu içe kapanma, Türk insanının ufkunu daraltarak onun ülke kalkınması için gerekli görgü ve bilgiye sahip olmasını engellemişti. Bugün Türkiye 150 civarında Ülkeye ihracat yapıyorsa, A.B.D ve Avrupa’ya buzdolabı, televizyon ve motorlu vasıta satıyorsa ve dünya müteahhitlik piyasasının %10’unu elinde bulunduruyorsa, bunun sebebini Turgut Özal’ın Türk insanının teşebbüs kabiliyetine duyduğu güvende ve ona açtığı çığırda aramak lazımdır.
Özal, icraatlarına başlarken belli başlı şu üç düsturu kendisine kılavuz edinmişti. Teşebbüs hürriyeti, düşünce hürriyeti ve inanç hürriyeti…
Ekonomik sahadaki icraatlarıyla teşebbüs hürriyetinin önündeki engelleri kaldırırken, komünizm ve irtica tehdidine karşı konmuş ve Türkiye’yi bu tehditlerden gerçekten koruyacağına “iman” edilen 141, 142 ve 163. Maddeleri kaldırarak bu sahada toplumun üzerine bir karabasan gibi çöken korku ve vehimlere son vermiştir. Özal’ın bir diğer düsturu olan inanç hürriyeti sahasında kanuni düzenleme yapma imkanı fazla değildi. Çünkü Özal askeri bir darbeden sonra yapılan seçimlerin peşinden iktidara gelmiş ve ülke üzerinde hala devam eden askeri vesayet onun elini kolunu bağlamıştı. Ama Özal bu sahada halka şahsi davranışlarıyla öncü ve örneklik teşkil etmişti. Hiçbir kompleks ve çekinme duymadan Ankara’nın en büyük Camiinde Cuma namazı kılması, bağlı olduğu tarikatı ifşa etmekten çekinmemesi onun yıllardan beri halktan kopuk aydınların telkin ettiği bir takım hayali tehdit ve tehlikelerin boş ve lüzumsuz olduğunu göstermeye yönelikti. Özal aydınlar arasında senelerden beri süre gelen “halka inmek” anlayışını fiilen gerçekleştirdiği gibi, halkı sadece kendisine inilecek düşük bir seviyede bırakmayıp, halkın seviyesini de yükseltmişti. Sınaileşmenin başladığı yıllarda kendisine gelinceye kadar sadece İstanbul, İzmit, Adapazarı, Bursa gibi sanayi şehirlerinde üretilen mamullerin alıcısı durumunda olan Anadolu insanını, sektörü teşvik ederek kurdurduğu organize sanayi bölgeleri vasıtasıyla sınai üretim faaliyetine sokarak ülkenin ekonomik hayatında “Anadolu kaplanları”nı söz sahibi yapmıştır.
Onun açtığı bu çığır sayesindedir ki, o güne kadar sadece leblebisiyle tanınan Çorum, dondurması ile tanınan Maraş, buğdayı ile tanınan Konya ve asık suratlı bürokrasisi ile tanınan Ankara bugün hatırı sayılır birer sanayi şehri olmuşlardır. Türkiye, Özal gelinceye kadar belli başlı olarak kuru üzüm, fındık, çay, kayısı v.s. gibi zirai ürünler ihraç eden bir ülke iken, bugün ihracatı %90’lara varan ölçüde sanayi ürünlerine dayanan bir ülke ise, bunu Özal’sız açıklamanın imkanı yoktur.
Özal’ın hizmeti sadece ekonomik sahada vatandaşın önünü açmaktan ve hürriyetleri genişletmekten ibaret olmamıştı. O, devlet adamı ile halk arasındaki aşılmaz duvarları da yıkmıştı.23 Nisan şenliklerinde çocuklarla beraber halay çekiyor, genç entelektüellerin düzenlediği sempozyumları idare ediyordu. Zaten halkın içinden gelen ama geldiği yeri asla unutmayıp, gene halkın içinde kalan Özal bu halkın ona uygun gördüğü sıfatla halkın hep “tonton amcası” olarak kalmıştır.