Yirmi birinci yüzyılın tartışmasız lideri olmak ideali, ABD’nin yirminci yüzyılın başlarından beri tasarladığı bir hedefti. Bu hedefin dini temelleri daha da öncesine dayanıyordu. Yahudiler gibi, Amerikalı Püritenler de “seçilmiş” olduklarına inanıyordu. Zaten Püritenler Amerika’ya göç etmeleri ile Eski Yahudilerin Mısır’dan “Arzı Mevut”a göç etmeleri arasındaki bağlantıları Tevrat okurken görmüş ve içselleştirmişlerdi.
Ekonomik, askeri ve siyasal destekleri sonradan geldi. Amerikan akademisi ve istihbaratı stratejik planlarını yaparken medya ve propaganda cihazları ile ABD içinde ve dünyada kabul görmesi sağlandı. Amerikan kültür tarihinin farklı figürleri, rumuzları bu sürecin temsilcileri oldular. Amerikan sineması, eğlence sanayisi ve Amerikan markaları evlerin içine dikilen Amerikan sancakları oldu.
On dokuzuncu asırda savaşlar ve satın almalarla süren Amerikan yayılmacılığı artık kıta dışındaki alanlara doğru yönelmeye başlamıştı. Bunun bir uzantısı olarak Evanjelist-Protestan okulların dünyaya yayılması oldu. Okullar, daha önce Kilise’nin yaptığı gibi, hem yerel halkı Protestanlaştırma, arzulanan bilgileri elde etme ve hem de ABD için bilgi toplama merkezleri, yerel halkların kültür kodlarını çözme merkezi oldu.
Bulundukları yerde, kültürel kodları deşifre ediyor ve yeniden programlamaya yönelik çalışıyorlardı. Bu süreç içinde farklı aktörlerin yer aldığı görülmektedir. Katolik dünyasının, Haçlı seferleri sonrasında Kapitalizme yol açıcı olarak rol alması tarzında, Evanjelist okullar da Büyük Britanya ve Amerika için mihmandarlık yaptılar. Her ne kadar Roma Kilisesi, Protestanlığın “şeytan”la özdeş tuttuğu bir konumda bile olsa, “düşman”a karşı ittifakları da oluyordu. Bu süreçte evvela yerel halka İsa’nın sevgi ve insanlığın kurtuluşu için kendini kurban etme timsali olarak öldüğü anlatılırken, onun krallığının dünyada değil, “ahirette” olduğu da ifade ediliyordu. Zamanla dünyadaki krallık işini Protestanlık yüklenecekti...
(Osmanlı topraklarındaki Ortodoks Ermenilerin Protestanlaşması da bu proje doğrultusunda oldu. Daha iki yıl önce hem de İsa’nın Veladeti Kilisesinin içinde Yunan ve Ermeni Ortodoks papazlarının asıl Ortodoks temsilcisi belirlemek için yaptıkları kavgayı hatırlarsak, Ermeni Protestanlığının nasıl bir paradoks ve tarih yanılgısı olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Türkiye’nin başındaki demokles kılıcı zaten genelde Protestan Ermenilerdir. Rus ve İngiliz fitnesiyle katliamlar başlatan sonra tehcirle Ortadoğu’ya göç ettirilen Ermeniler de Fransız Katolisizmi ve İngiliz Protestanlığının kanatlarına itilmiş oldu.)
Önceleri Papaz, sonra Kovboy, Süpermen ve Rambo gibi figürler evirilmenin farklı aşamalarını ifade ettiler. Papaz, koloni Amerika’sında dindar Amerikalı Protestanlığını temsil ediyordu. Amerikalının iç dünyasına nüfuz eden oydu. Varlığı ilk göçlerden hemen sonra önem kazandı; on yedinci asırda New England teokrasisinin açık göstergesi oldu.
Papazın künyesi
Papazın konumu hahamınkine yakındı ve İngiliz koloni valileriyle arası fena değildi. Kipaları yoktu, ancak İncil’de nasihatten ibaret kalan İsa öğretilerini, Tevrat’tan aldıkları katı kurallarla desteklediler. Rönesans ve Reform sonrasında, Protestanlık bir yandan bireysel olarak Kutsal Kitabı okuma ve yorumlarını benimsemiş; bir yandan da İsa’nın İncil’deki tavırlarından çok, Aziz Paul’un tavırları ve mektuplarındaki yorumları benimsemiş, örnek almıştı. Devamlı bir günah vurgusu yapıyordu ve katıydı.
Amerika’nın ilk asrında sahnede itibaren Papaz ve kolonici vardı. Papaz kurumsal dinden uzak bir olması gereken türdendi aslında. Luther’den sonra Calvin’le gelen yorumlar, aslında bireysel din kavramına, Kilise sultasından uzak anlamda yaklaştı. Fakat özellikle Luther’in yaşlandıkça muhafazakârlaşan yorumları, Calvin’de yeni bir kapanışı getirdi. Katolik yorumlarında zaten kurtuluş İsa’daydı; İsa Tanrıyı, Kilise İsa’yı, Papalık Kiliseyi, papaz da papayı hiyerarşik olarak temsil ediyordu.
İsa’nın ipine sarılan bu dünyada olmasa da diğer dünyada rahata mutlaka erecekti. İnsanların iyi insan olmaları, iyi amel işlemeleri yeterliydi bir bakıma. Luther Kutsal Kitab’ın halk tarafından anlaşılması için Almancaya tercüme etmişti. Bu durum “endüljans satışlarını” geriletmiş, Kilise gelirlerini azaltmıştı. Kendisi de Kilise’nin tehditlerine maruz kalan Luther, 1529 senesinde Batı medeniyetini İslam tehlikesinden korumak için Türklere karşı savaşmanın her Hıristiyan’ın üzerine vazife olduğunu bildiren küçük bir risale yazmış, bir anlamda Evanjelizmin ipuçlarını vermişti. Luther’in erken yıllarında kullandığı İncil Luka’ya yakınken, Evanjelizme zemin hazırlayan görüşlerinde Matta’ya yakındı ve Haçlı Seferlerinde Kilise’nin yaptığı tevilleri içerebiliyordu.
Yani “sevgi ve tolerans”ı temsil eden İsa yerine, “babayı oğula, oğulu babaya” karşı getirmekten, “huzur değil savaş getirmek için” geldiğini söyleyen İsa öne çıkıyordu. Luther iyi amellerin “kurtuluşa yol açmayacağını, tek kurtuluşun Tanrı’nı lütfüyle olabileceğini ifade ediyordu. Yaşlandıkça anti-Semitizmiyle beraber katı yorumları da arttı. Kilise anlayışını kurumsal din olarak reddederken, aslında zamanla kendi anlayışı kurumsallaştı. En büyük katkısı Roma merkezli Papalıktan daha yerel ve milli bir Hıristiyanlığın temellerinin oluşmasına yol açması oldu.
Ancak, Calvin’le belirginleşen ayrım, iyi amel işlemenin cenneti garantilemediği, insanın ancak Tanrı’nın lütfü ile cennete gidebileceği kavramı geldi. Hatta ona göre “Tanrı İsa” bütün insanlığın değil, sadece seçilmiş insanların kurtuluşu için kurban edilmişti. 1533’te Paris Üniversitesi'nden atıldıktan sonra Savoya Dükü'ne isyan eden Cenevre'nin Katolik Kardinalliği’ni feshetmesi boşluk yaratınca boşluğu doldurmak için Cenevre'ye davet edildi.
1536’da Hıristiyan Dininin Kuruluşu isimli eserini kaleme aldı. 1537’de ise Forel ile 'İnanç Bildirgesi'ni yayınladı ve halkı bu bildirgeyi imzalamaya davet etti. Amacı, halk arasında Papa'dan yana olanlarla İncil'den yana olanları ayırabilmekti. Calvin'e göre tek inanç kaynağı Kitab-ı Mukaddes idi. Son yıllarında o da Luther gibi, giderek katılaştı ve 1541 yılında tekrar Cenevre'ye döndüğünde katı bir teokratik yönetim kurdu. 18 Mayıs 1564’te “Cenevre Diktatörü” olarak öldü.
Calvin’e göre, “Asli günah”tan dolayı insan zaten doğuştan günahkârdı. Katolik Kilisesi durumu vaftiz ve benzeri ayin ve teville insanlar lehine ama Kilisesiz kurtuluşun olmayacağı anlayışıyla halletmişti. İncil’deki nice meselde İsa’nın bütün insanlığın günahlarına kefaret olduğu ifade edilmişti. Ancak Aziz Paul’un sistemi Hıristiyanlığın İsa’dan miras aldıklarını yeniden bir kalıba ve katı bir sisteme indirgemişti. Amerikan Püritenleri en çok ona yakın oldular.
On yedinci asırda yayılan Püriten-Protestan gelenek önce Amerika’yı Avrupa’ya nispetle kutsadı. Özellikle 1630’dan sonra Amerika’ya yerleşmeye başladılar. Amerika’nın ilk iskân asırlarından beri Tevrat kaynaklı tarih algısı, Protestan Amerika için yeniden yorumlanmış ve Amerika “vaat edilen” ülke olarak başladığı serüvene, artık Kutsal Roma’nın mirasını, Avrupa’dan alarak küresel boyuta taşıyacaktı. Bu geleneğin en büyük temsilcileri “gezici” papaz ve “kamp ateşi” vaizler oldu. Tevrat’taki Yahudilerle ilgili “seçilmiş halk” tabiri giderek Amerika’nın millet oluşturma doktrinlerinden oldu.
Sonra on dokuzuncu asırda “Providential Design” ya da “Manifest Destiny” diye Amerika’yı kutsal bir ikona içinde ifade ediyordu. Amerika’yı Tanrı’nın tasarımı olduğunu düşünüyor ve Tanrı’nın koruması ve yardımıyla liderlik rolünü alacağını düşünüyordu.
Seküler Amerika ve Materyalleşen İsa
Kabaca 1700’den itibaren Amerikan muhacirleri arasında bir tür sekülerleşme başladı. Henüz Amerika Birleşik Devletleri değildi ülke. Düşük nüfuslu kolonilerden oluşuyordu. İngilizler, “Birleşik Koloniler” diyordu. Artık Amerika ilahiyatçı hanedanların etkisinden çıkmaya başlamıştı. Yeni göçmenler ve kölelerle toplumsal yapı coğrafi ve ekonomik olarak değişirken, biriken sermaye ve koloni yönetimleri İsa’nın sevgi mesajlarını değil, sermaye ve gücün esaslarına dönmeye başlamışlardı.
Yeni nesillerde gelişen “yozlaşma”larla hızlanan bu süreç sadece sermaye gücü için de değildi. Bastırılan, Kilisenin inkâr ettiği onca insani eğilimler, Amerikan Püriten mirasını sarsmaya başlamıştı. Öte yandan iç sömürü mekanizmaları, Hıristiyanlığın bazı unsurlarını sömürülenleri avutmada kullanmaya devam ettiler. Sonradan “Protestan Ahlakı” diye Weber’in tanımladığı şey, aslında Protestanlığın güya çok çalışma doktrini değil, sömürü kalıplarına göre inancı yeniden tanımlamak üzerine kuruluydu. Üstelik eserin başlığı Kapitalizme bir de ruh bağışlamıştı: The Spirit of Capitalism.
Meğerki “İsa benim krallığım bu dünyada değil, öbür dünyadadır” demiş olsun, öbür dünya krallığını bu dünyada kurmaya engel olan her türlü tevil devreye girdi. Zaten cennete ya da cehenneme gireceğiniz belli ise, o konuda yapacağınız fazla bir şey yoktu. O halde dünyaya ve çalışmaya odaklanmalıydı. Yani aslında ahlaksızlıkları Protestan kılıfa uydurmanın formülünü “Protestan Ethics” diye tanımlamıştı. İsa’nın “İyi Samaritan”ları kaybolmuş, yerini aslında İsa’yı tevil ederek, başkalarını sömürmeyi İsevileştiren bir mantık gelmişti. O artık, sağ yanağına tokat atana, sol yanağını çevir” hükmünü mazlumlara anlatırken, kendisi tokat atmayı iktidar kurmanın yolu olarak görüyordu.
Değişen nesil ve dağılan yerleşim merkezleri otoriteyi zayıflatırken, Avrupa’daki Aydınlanma hareketlerinin etkisiyle Amerikan kültüründe sekülerleşme hız kazandı. Papaz etkinliğini müteşebbis ve siyasetçilere bırakmaya başladı. On sekizinci asrın sonlarına doğru (1776) Bağımsızlık Savaşına bu süreçle gelindi. Aslında çoğu İngiltere doğumlu olan insanlar Amerika’yı İngiltere’den ayırmaya çalışırken, kültürel fark değildi mesele. Artık Amerika merkezli burjuva kendi varlığını İngiltere’den bağımsız, ama İngilizlerin usulleriyle devam ettireceklerdi. Savaş nedenleri arasında kullanılan argümanlar temelde bu ayrışımı vurguluyordu. Artık İngiltere’ye vergi verilmeyecekti. İnsan Haklarına dair tespitler Amerikan eyaletlerinin tahriki ve “davanın” kutsanarak desteklenmesi için gerekti.
Bağımsızlık sonrasında Amerika’nın bir kimlik yaratması ve kendini hem Avrupa ve özellikle İngiltere’den farklı konumlandırması gerekiyordu. Bu süreç savaş kahramanlarıyla olmadı. Kahraman asker temaları çok az eserde işlendi. Hatta Kuzey-Güney Savaşı Amerikan edebiyatında çok az yer aldı. Bağımsızlık Savaşı sırasında Avrupa felsefe geleneğine aşina olan siyasetçiler çıktı. İç Savaş kahramanları askeri kahramanlarını çıkardı. Ama çok geçmeden askeri disiplin dışındaki kovboy sahneyi almıştı.
Sığırtmaçtan Kahraman Yaratmak
Ne kovboyun kendisi ne de hatta at Kuzey Amerika’ya özgü kültürel unsurlar değildi. Amerika kıtasında zaten at yoktu; atlar ve süvariler İspanyollarla gelmişti. Ancak Katolik Güney’in unsurlarından hem kovboyun hem de atın yeniden tasarımı lazımdı. O da kovboy kimliğinde kendini buldu.
Kelime olarak “kovboy” ilk defa 1725 yılında kullanılmıştı ve fakat İspanyolca “vaquero”dan tercüme idi. İspanya’daki Endülüs mirası olarak İspanyollara oradan da Latin Amerika’ya geçmişti. Daha geriye gidilirse kelime Arapça “bakara” kelimesinden evirilmişti. Yani WASP Amerika’sıyla alakası yoktu.
Kovboyun kahraman olarak ortaya çıkması da on dokuzuncu asrın sonlarında oldu. Yerleşmek için Yerlilerden ve doğal unsurlardan temizlenen yerlerde ziraat yanında çiftliklerde hayvan yetiştirmek sektörsel hal almaya başladı. Tevrat’ta ilk kan dökülmesi ziraatçı ve hayvan yetiştiren Habil ve Kabil arasında olmuştu. Amerika’da ise, ziraat insan ve hayvan gücünü gerektirdiği için Amerika’ya yedi sene çalışması karşılığında ulaşım masrafları karşılanan beyazlar, aslında Amerika’da önceleri olmayan atları ve tabii siyahî köleleri devreye soktu. Kovboyun çıkışı yakındı.
Adından anlaşılacağı gibi, “kovboy” aslında “sığırtmaç” iken yeni medya imkânları ve sinema-görüntü kültürünün de desteğiyle bir Amerikan kahramanına dönüşmeye başladı. Kovboyluğu zaten parasız ve pis iş olduğu için siyahîler yapıyordu. Ancak yeni tasarım kovboylar beyazdı, erkekti, bir yerde durmazdı, kolay emir altına girmeyen pervasız ve hızlı silahşora dönüşmeye başladı. Evlendiği de olmazdı kovboyun çünkü evlenmek aile kurmak ve aile gailesi gütmek anlamına gelirdi bu da yeni alanların ve yeni kadınların keşfedilmesine engeldi. Kadınları da unutmadı magazin kültürü ve Kalamiti Jane modeli yardımıyla kadınlar da bu kültüre eklemlenmiş oldu.
Büyük baş hayvanlara bakan sığırtmaçtan öteye geçerek, at çiftliklerinde bakıcı olmaya başladılar. At terbiyecisi olması da onda hayvan psikolojisine dair bazı şeyleri tecrübî olarak edinmeye iterken, aslında Endülüs Araplarından, onlarından da Türklerden aldıkları at sürme tecrübeleri gelişti. Çiftlik sığırtmacından milli kahraman doğdu. Yıldız Savaşları projesi kovboyun astronot sürümüne uzanan yansımasıydı. Reagan başta olmak üzere, tüm Amerikan başkanları özellikle çiftlikte ve kovboy şapkasıyla poz verirken bu hatırayı yâd ediyorlardı.
Papazın aksine, süper insanlar dış âleme; Kovboyun aksine, dış dünyalara, uzak gezegenlere yöneliyorlardı. Çizgi filmlerden, romanlara, sanat eserlerine kadar betimlemeleri oldu. En son astronot tipinde Toy Story filmlerinde boy gösterdiğinde, ona --teknikten fazla anlamasa da-- yol gösteren kovboydu ve geçmişle gelecek onların şahsında buluşuyordu. Kovboy Marlboro reklamlarında en etkili olan figürdü ve yerini usulca Rambo’ya bıraktı. “Erkek” adam olan kovboy, “erkek” kurtarıcı olarak “Amerikan değerlerinin” hizmetine girmişti.
Kovboy giderek Amerika’nın yeni temsili unsuru olmaya başladı. Amerikalının Kilise’ye pek de ihtiyaç duymayan, Batı’ya doğru ilerlerken pervasız, sert olması ve yalnız olması gereken figürdü. Vaftiz edilip edilmediği önemli değildi, evlenmediği için Kilise ile bağlantıya gerek de yoktu. Hem Avrupa’daki şövalye hem de askerlerin aksine, kovboy bireysel takılan bir kahraman oldu. At üzerindeydi, yalnızdı ve devamlı Batı’ya doğru at koşturması lazımdı. Hatta gönül eğlendirmeleri onun “erkek” tabiatının gereği olsa da evlenmemesi lazımdı. Amerika’nın açılımlarını ifade ediyordu.
1880’lere kadar “kovboy” tabirinin küçültücü imaları vardı. Hatta Amerikan Devrimi’nde bağımsızlık karşıtı oldukları için, kovboyların kötü bir tarihsel bir hatırası da vardı. 1866 yılına kadar et işleyen fabrika olmadığından, ticari anlamda bir değerleri de yoktu. Ancak Kuzey-Güney Savaşı sonrasında artan et ihtiyacı ve etin sanayi ürünü olarak işlenmeye başlaması onu ailenin ihtiyaç için beslediği hayvan ötesinde, bir meta yapması zamanla sektörsel et tüketimine ve kovboyların dolaylı olarak sanayiye eklemlerine yol açtı. Artık o beyaz bir kahraman olmaya başlayacaktı. Yirminci asıra gelirken edebiyatta boy göstermesi de bundandı.
Kovboyun edebiyatta yer almaya başlaması, tarih sahnesinden çıkmasına yakın olmuştu. Kovboyun at oynattığı alanlar petrolcülere kalacaktı. Petrolcülerin kovboya ihtiyacı zaten yoktu. Hatta özlemli bir geçmişten hoş bir seda olarak kalması daha da iyi olabilirdi. Ancak, kovboyun çiftçi Amerikalıdan farklı olarak Amerikan kimliğinin bir parçası olması işe yarayabilirdi. O zamanlar kovboy sermayenin korunması için toplumsal nizam sağlayıcı olarak şerif rolüne bürünmeye başladı. Kızılderililer paklanmıştı nasılsa, artık Amerikan kasabalarına nizam gerekiyordu.
Kovboyun evcilleşmesi gerekiyordu. Onun “erkek”si tabiatı aslında iğdiş olmuş, fallik gücünü sermayeye kaptırmıştı. Yerleşim alanlarında nizam olması ortaya çıkmaya başlayan Amerikan sermayedarı ve aristokrasisi için gerekliydi. Hem tehdit olmaktan çıkacak, hem de toplumsal elitler için tehditleri ortadan kaldıracak “kanun adamları” olacaktı.
Hatta aralarında “Batı”da şerif olanları da görmemiz, eskiden kanunsuz ve yalnız olanı kovboyun, bizzat kanun adamı olarak ve topluma adalet getirme çabalarına şahit olduk. Öte yandan, kovboy önceki hayatında kanunsuz işler yaparken edindiği düşmanları bizzat kanun adamı olarak devam ettirmek suretiyle kanun şemsiyesini kendine korunak yapıyordu. Eğer kovboy kanun adamı olmadan “emekli” olursa eski hasımları tarafından intikama maruz kalıyordu.
Yirminci yüzyılda Amerikan kahramanları Nietzsche’nin “Übermensch” tanımına uyan kahramanlara benzedi. Mitolojik boyutta ve normal insan görünümlü tanrısal güçle donanmışlık arasında bir yere oturmaya başladı. Bunda ABD’nin kültür tarihinde millet oluşturmada kullandığı mitlerinden olan “Tanrısal Yazgı,” “Tanrısal Tasarım” gibi kavramlar da etkili oldu.
Bu süper insanların “altı milyon dolarlık” biyonik olanından, değişebilen androidlere; seri üretilenden, elektronik kuluçkadan çıkana; başka gezegenden gelenden, misyonu gezegenleri kurtarmak olana kadar bir dizi tiplemeleri oldu. 1920’lerden itibaren sinemaya aktarılan kovboylar artık evirilerek Amerikan kimliğinin temsili parçası unsuru oldular.
Rambo askerdi, ama kovboy gibi bireysel hareket ediyordu. Ve tabii ki kendi başına bir orduydu. Rambo imajı Amerikan militarizmi için Vietnam sonrasında psikolojik telafi unsuru oldu. Amerikan askeriyesi Hollywood’la sıkı bağlantılar içindeydi. Hatta bazı dönemlerde Pentagon elemanları gelen senaryoları inceliyor ve “uygun olmayan” kısımları makaslıyordu. Amerika Vietnam’da kaybetmişti; ancak Rambo her yerde olabilir, savaşabilir ve kazanabilirdi.
Vietnam filmlerinde Amerika’da hazırlık, Vietnam’da savaş, Vietnam savaşı sonrası ülkeye dönüşünde kızgın, itilen asker figürleri çıktı. Ancak Rambo, geçmişe dönen Conan’ın aksine haldeki Amerikan çıkarlarının kahramanı oldu. Terminator rolünde bir sonraki çağın tehlikeleri gündeme gelirken, Rambo Amerika’nın kahramanı olarak kendini çoğaltarak yaşadı. Tora, Tora!’dan,Aviator’a gelen süreç bu anlamda önemlidir.
Bu süreç içinde, İngilizlerle başlayan kömür enerjisine dayalı, makineleşme ve sanayileşme sürecini taklitle başlayan Amerika, çok geçmeden ülke içindeki petrol kaynaklarını yeni enerji kaynağı olarak kullanma ve petrole dayalı sanayileşme sürecini başlattı. Bu şekilde birinci ve ikinci dünya savaşlarının oluşturduğu boşlukları doldurma fırsatı yakaladı. Aynı zamanda, Amerika 1950’lerden sonra başlayan İngiliz müstemlekelerinin bağımsızlıklarına kavuşmaları da yeni bir boşluğu doldurdu. İngilizlerin geleneksel imparatorlukları dağılmış, ABD iç savaşın etkilerini atmış, ekonomisini yoluna koymaya başlamıştı. Amerika artık küresel devlet olma projesini devreye sokabilirdi. Planların çoğu İngilizlerden kalmaydı. İngilizlerin hem Uzak Doğu hem de Ortadoğu arşivleri bu konuda yardımcı oluyordu. Her şey tamam gibiydi.
Ama olmadı...
CIA'in Ortadoğu ve Türkiye Masası eski Şefi olarak tanıdığımız Graham E. Fuller Fuller'in değişen dünya ve Ortadoğu dengeleri ile ilgili çarpıcı açıklamalar yapmıştı. Graham Fuller demişti ki: “Ortadoğu'da yaşananlar yeni bir çağın başlangıcı.” Fuller devamla diyordu ki, “ABD'nin 21'inci yüzyılın Amerikan yüzyılı olacağı hayali çöktü. Artık aralarında Türkiye'nin de olduğu başka aktörler sahnede.” Rahmetli Özal’ın Adriyatik’ten Çin Denizi’ne giden hayali devrede demek ki! Ya da Çin Fuller’ın ağzından konuşuyordu!
Fuller ki bilim adamı kimliğinden öte, Amerikan istihbaratının akademide ve “sahadaki” öncü kollarından biri olarak epey çalıştı. Çalıştığı konuların başında İslami fundamentalizm olup Türkiye’deki bazı dini gruplara destek vermesiyle de bilinir. RAND Corporation'a büyük “hizmet”i dokunan insanlardan. Üstelik RAND İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin dünya mühendisliği üzerinde çalışan kuruluşların başında...
Onca tesadüf bir araya gelir ve “demokrasi” lafları çoğalırsa bizim coğrafyada, şahsen beni açmıyor. Belki de kasıtlı olarak İsrail-ABD arasında ve hatta Obama ve Amerikan diplomasisi arasında farklı görünen algılar ve sözler var. Obama’da seçildi, ama siyasi desteği de az. Belki de bu durum da ekonomik kriz tamamen ona yıkılacak gibi. Oysa onca güzel bir dopingle iş başına gelmişti. Oy desteği iyiydi. Üstelik hiçbir şey yapmadan kendisine Nobel Barış Ödülü de verilmişti. Gelgelelim Obama’nın halk nezdinde desteği çok fazla değil. Filistin Devleti kurulmasına destek mesajları vardı. “Arap baharı” denen süreçte ise, Clinton daha etkili oldu ve Obama’yı gölgeledi. Üstelik seçimler yaklaşırken, Filistinlilere devlet meselesini İsrail’le aranızda halledin diyerek bu konuda da geri adım atmış oldu.
Acaba demiştim bir ara: İsrail artık Amerika’nın kaldıramadığı bir yük olmaya mı başladı? Yoksa İsrail bölgedeki misyonunu devlet olarak tamamladı ve artık Küresel Karadul yeni hesapları mı devreye sokmaya çalışıyor? Amerikan’casına “white elephant” diyorlar hani. Pahalı ama kaldırması ağır bir yük mü oldu İsrail?
Doğrusu, son zamanlarda olanlar bu düşündüklerimi doğrulamıyor. CIA'in Ortadoğu ve Türkiye Masası eski Şefi olarak tanıdığımız Graham E. Fuller açıklamalarını yaparken olayları 9/11 terörü ile de bağlantılı görüyor ve ilave ediyordu: “Bunlar bence aynı hayal kırıklığı, öfke ve hoşnutsuzluk serisinin yansıması. ABD'nin tek başına tüm bu olaylardan sorumlu olduğunu söylemek istemiyorum, öyle değil. Ortada bu olaylara neden olan yerel sorunlar da var. Ama ABD siyaseti bence sorunları kötüleştirdi. Bir başka deyişle 9/11 mevcut olan rahatsızlığın ortaya konulduğu bir ifade yöntemiydi. Bu nedenle, bölgedeki ılımlı değil, en radikal grubun harekete geçmesi şaşırtıcı değildi. Ama şu anda biz, radikallerin yer almadığı, ılımlı olanların devrimci hareketler ve isyanlar için Arap dünyasındaki pek çok ülkede harekete geçtiğini görüyoruz.”
Hâsılı, Fuller ya da—genelde algılandığı gibi—ABD’deki bir gazete yazarı ya da akademisyen ille de ABD’yi temsil eder konumda değil. Onun RAND ve CIA kökenleri biraz daha önemli kılıyor. Bir de Türkiye ile ilgili özel sevgisi olması da çabası!
Fuller Türkiye’nin parlayan yıldızından bahsederken özetle “Yeni Türkiye Cumhuriyeti kitabımda bu konuda çok şey yazdım”diyor. “Ama özetlemek gerekirse, Türkiye'nin Ortadoğu konusunda izlediği politika bence son derece akılcı, yaratıcı, uzak görüşlü ve bölgedeki en olumlu düşünceleri yansıtıyor bugün. Komşularla sıfır sorun politikası da buna dâhil. Bu siyaset Ahmet Davutoğlu ile ortaya çıkmış yepyeni bir şey değil. Ecevit döneminde de bunun bazı unsurlarını görmüştük. Ama Davutoğlu bu siyaset konusunda en açık vizyonu olan kişi ve Başbakan Erdoğan ve hükümetinin yüzde 100 desteğini sağladı. Ben Türkiye'nin dış politikasını destekliyorum ve eğer ABD akıllıysa, bazı açılardan direnmek yerine, aynı siyaseti desteklerdi diye düşünüyorum” diyordu.
Fuller’ın yukarıdaki sözleri, diplomasi dehası Davutoğlu’nun kredisini azaltma çabasında. Öte yandan, Amerika’nın hangi konularda direndiğini ise açıklamıyor. Davutoğlu, entelektüel olarak teorik bakabilen bir insandı. Daha sonra hem danışman hem de dışişleri bakanı olarak, teorik vizyonerliğinin pratikte karşılaşacağı engelleri de bizzat mutfak içinde gözlemledi ve sonra TC Başbakanı olarak hem teorik zekâsını hem de pratikteki tecrübelerini birleştirdi.
Fuller ABD’yi de eleştirel bir gözle ele alıyor. Ona göre, konu açık: “Amerika’nın bölgedeki dış politikası çok uzun yıllar içinde başarısızlığa uğradı. ABD Arap-İsrail sorununda dengeli bir rol oynamayı reddetti ve başaramadı, diğer oyuncuların müzakere veya kolaylaştırıcı rol oynamasını engelleyemedi. Bu nedenle bugün Türk hükümeti, geçmişte ise Avrupa ile sorunlar yaşandı. ABD genel olarak bölgede demokratikleşmeyi de desteklemedi. Demokratikleşme retoriği her zaman oradaydı ama hiçbir zaman gerçekten desteklenmedi. Washington her zaman Amerikan yanlısı rejimleri demokratik rejimlere tercih etti. Bu nedenle, bu çok uzun yıllar içinde gelişen bir başarısızlık ve bunun ilk sonuçlarını baskıya uğramış kalabalıkların 9/11'de olduğu gibi tepki göstermesiyle görüyoruz.”
Fuller’ın dediklerinden ortaya çıkanlara gelecek olursak:
1. Amerika Ortadoğu’da diktacı rejimleri bizzat destekledi. (Şaşırmadık tamam. O halde buradan başlamak lazım. Hatta bölge halklarını tazminat hakkı bile doğacaktır.)
2. 9/11 olaylarını ise, İslamî bir kimlikle tanımlamaya devam ediyor. (Mesela bu olayların sonunda Amerikan ekonomisi ve borsasında neler değiştiğini ve çöken borsada trilyonlarca dolarlık şirket değerlerinin kimler tarafından çok ucuza ve hatta beleşe el değiştiğine değinmiyor. Bunun küresel ekonomide ve küresel ekonomik krizdeki rolüne ve bu süre içinde hangi kişi, şirket ve ülkelerin birkaç yıl içinde ciddi bir kazanıma sahip olduğunu anlatmıyor.) FED ve “milli” sanılan merkez bankalarının rolleri ise hiç ortada yok. Mahir Kaynak’tan öğrenmesi gereken şeyler olduğu belli!
3. Terör olaylarındaki “İslam” gölgesini olduğu gibi bırakıyor. Olayları aynen Bush ve neo-conların istediği gibi, “ya bizle ya da bize karşı olanlar” ayrımıyla açıklıyor.
4. Artık “ılımlı” diye iltifat gören İslam türlerinin anlamını da açıklamıyor. Bu hesapla Mısır’daki ve Türkiye’deki ılıman grupların nasıl bir yerde durduklarına dair imalar var, ama sanki bunlar da “demokrasi” hesabıyla kendiliğinden olmuşçasına anlatılıyor.
5. Eski bir CIA elemanı olarak yaptığı tahlillerde açıkladığı noktalar varken, açıkladıklarından fazlasını beyanatları ile aslında sise bürüyor.
6. Türkiye’ye ilişkin anlattıklarından hoşa gidecek şeylerin olduğu açık. Diplomasi başarısı olarak Davutoğlu’nu da iyi anladığı belli. Ona hükümetin “destek” verdiği sözü enteresan duruyor.
Sonuç olarak, Türkiye Türkiye’den ibaret bir ülke değildir. Türkiye’ye ümit bağlayan Doğu’da ve Batı’da onca ülke var. Osmanlı’nın mirasının altında ezilmediği gibi onu günümüze yeniden taşıyan bir Türkiye sadece bölge değil, dünya barışına da katkıda bulunacaktır. Bölgesinde alacağı roller Türkiye’yi belki de Çin’e karşı oluşacak yeni bir bloğun lideri kılmak da olabilir. Böylelikle, Çin’e karşı Batı lehine bir denge oluşturmak Türkiye için de büyük avantajlar getirebilir. Ancak bendeniz hâlâ ABD ile aramızın iyi olup da İsrail’le kötü olmasını anlayamıyor. Küresel finans krizi, arkasından gelen Arap Baharı süreci, sonrasında Rusya ve AB arasındaki siyasi ve ekonomik krizler, Türkiye’yi belki de tam hazır olmadığı bir tarihsel misyonunu devam ettirmeye doğru yöneltmektedir. Bir asır önce karılan kartlar, neredeyse aynı aktörler ve suflörleri, dublörleri ile yeniden sahnededir. Ancak bu sefer, “hasta adam” rolü değişmiştir.
Mehteranın çaldığı Jazzın kovboydaki yansımaları da henüz belli olmamıştır. Öte yandan, Türkiye alperen mi, yeniçeri mi olacak onu da gözden geçirme aşamasına yeni geldi. ABD İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurduğu, finansal, hukuki ve askeri sistemlerin meyvelerini yiyor. Ve aslında, ABD’ni sonunu hazırlayan da bunların getirdiği rahatlık olacaktır: Dolar, BM, NATO.